FAREWELL A LA DIVA TURCA
2008.05.15 – ISTANBUL
Photos © IFCA / ILGIN ERASLAN, Istanbul
Photos © IFCA / MUAMMER YANMAZ, Istanbul
Photos © IFCA / MUSTAFA DENİZ SEVEN, Istanbul
Photos © IFCA / PELİN ERDOĞAN, Istanbul
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
ÖLÜM
SOSYOLOJİSİ – DR. ÂDEM SAĞIR
Dr. Âdem
Sağır’ın Phonix Kitapevinden çıkan “Ölüm Sosyolojisi” adlı kitabından
alıntıdır.
Ölüm Sosyolojisi Dr. Âdem Sağır
SAYFA 117
Uzun bir süredir Türkiye' de gündemi meşgul eden önemli tartışma alanlarından birisi varlık, ölüm ve yokluk üzerine olmuştur. 10 Kasım 2013 günü KOÇ Holding, gazetelerde yayınlanan ilanlarda Atatürk için "Olmasaydın Olmazdık" mesajı yer aldı. Yeni Akit gazetesi ise, Radikal İslamcı çizgide olduğu bilinen Sancaktar adlı bir derginin "Olmasaydı da Olurduk" ilanını yayınladı. Muhafazakâr politik dilde ölümün, sıklıkla kin ve nefret söylemlerine dönüştürülerek kullanılması uzun süredir sıklıkla karşılaşılan durumlardan birisi olmuştur. Leyla Gencer'in küllerinin Marmara Boğazı'na serpildiği tören için de benzer dil kullanılmıştır. Bu dil içerisinde kimi zaman şehitler için "üç beş Mehmet şehit oldu diye meclis toplanmaz" ifadeleriyle kendini dışa yansıtan; kimi zaman da sevilmeyen insanların ölümleri için de "geberdi" (Meral Okay, Türkan Saylan için kullanılan manşetler); "hakkımızı helal etmiyoruz" (Güven Erkaya için atılan manşet); ya da "öldü de kurtulduk" (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi için atılan manşetler) şeklinde farklı önermeler kullanılmıştır. Yokluk ve varlık üzerinde konumlandırılabilecek bir başka ayrıştırıcı söylem de benzer şekilde "olmasaydık olmazdınız" üzerinden biçimlenmiştir. Partisinde etkili bir milletvekili, il ve ilçesinin adaylarının tanıtım toplantısında "bu hükümet varsa o cemaat de o cemaatler de var olacaktır. Bu hükümet olmazsa o cemaat de bütün cemaatler de yok olacaktır" diyerek bahsi geçen duruma farklı bir örnek olmuştur. Kuşkusuz burada dikkat çekilmesi gereken eleştirel bağlam, insanların yoklukları ya da varlıkları üzerinden yürütülen tek taraflı söylem alanlarıdır. Kişinin yaşarken yaptıkları ne olursa olsun, onun ölümü üzerinden bir nefret söylemi üretmek, bizce varoluş alanını ayrıştıran ve kişilerin iktidar ya da egemenlik alanlarını yeniden inşa eden bir sonuca yol açmaktadır. Söylem, hangi taraftan gelirse gelsin bizce sonucu bakımından kişinin kendi özvarlığına karşı bir düşman imgelemi üretiyor ve iktidar alanlarını genişletiyorsa sorunlu kabul edilmektedir (Araştırmacının Notu).
SAYFA 341
Türkiye' de yakılma ile ilgili tartışmalar, her dönem devam etmiştir. Basında rastlanılan konuyla ilgili tartışmalardan birisi "Türkiye'de cenaze neden yakılamaz " başlığıyladır. Habere göre ünlü opera sanatçısı Leyla Gencer'in vasiyeti üzerine naaşının krematoryumda yakılara küllerinin Boğaz sularına bırakılacak olması, İslam dininde caiz olmayan kremasyona Türkiye'de izin verilip verilmediği sorusunu gündeme getirdi. Alman Protestan Kilisesi rahibi Holger Nollman, Türkiye'de naaşının yakılmasını isteyen gayrimüslim vatandaşlarının cenazelerinin Avrupa ülkelerine gönderildiğini söyledi. Gayrimüslim cenaze işleriyle uğraşan Kirkor Çapan ise Türkiye' de kremasyon için ne iznin en de teçhizatın bulunduğunu ifade etmiştir. Çapan, yıllar önce, cenaze yakılması işlemleri için gerekli makineyi almak üzere müracaat etmek istediklerini, fakat kanunlar buna izin vermediği için mümkün olmadığını söylemiştir. Çapan cenaze hizmetleri, Türkiye'den bu konuda zaman zaman gelen talepler üzerine kendi çözümünü üreterek, bir keresinde cenazeyi Avusturya'ya gönderdiklerini ve oradaki bir krematoryumda yaktırıldıktan sonra Türkiye'ye geri getirildiğini söylemiştir. (5)
SAYFA 342
Leyla Gencer, ünlü bir opera sanatçısı olmakla birlikte ölümünün gündeme getirdiği temel tartışma, cesedinin yakılması olmuştur. İtalya'nın Milano kentinde ölen Leyla Gencer için Santa Babila Kilisesi’nde cenaze töreni düzenlendi. Vasiyeti gereği krematoryumda yakılan Leyla Gencer'in külleri İstanbul'da Boğaz'a atıldı. Dolmabahçe Sarayı ile Dolmabahçe Camisi arasındaki yapılan bir törenden sonra Dolmabahçe açıklarında Boğaz sularına döküldü. Leyla Gencer'in cenaze töreniyle ilgili olarak basına çıkan haber başlıklarından birisi "Türkiye Çöplük mü? " (6) şeklinde "İslamcı" kaygılarla hareket ettiğini ileri süren bir gazeteydi. Başlığın içeriğinde; "Türk halkının dinini beğenmeyip, Hristiyan kalmakta ısrar eden, Türkiye’yi beğenmeyip ömrünü İtalya'da geçiren soprano Leyla Gencer'in yakılan cesedinin küllerinin Boğaz'a serpilmesini istemesine büyük tepki var ... vatandaşlar, Boğazı kirletmeye kimsenin hakkı yok ... Türkiye çöplük mü?" ifadeleri yer almıştır. Kuşkusuz tartışmalarının geldiği son nokta, ölümün dinsel temalarla hangi sınırlar çerçevesinde yorumlanabileceği olmuşken, medyanın karşılıklı olarak zihinsel bir mekân uzaklığının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tartışmaların temel bağlamını ise "vatan" ve "Marmara Boğazı" yerleştirilebilir. Burada vatan kavramı, bir mekân olarak kişinin kimliksel aidiyetliklerini ayakta tutan bir olgu olarak değerlendirilebilir. Vatanın aidiyetlikle ilişkilendirilen boyutu, özellikle yurtdışında yaşayan göçmenler için önemli bir konudur. Yıllarca kendi topraklarından uzak yaşayan göçmenler, kültürlerine uzak olsalar da öldükten sonra son defa dahi olsa mezarlarının vatan topraklarında olmasını arzu etmektedirler. Kuşkusuz, bu amaca dönük birçok cenaze hizmetleri şirketlerinin de göçmenlerin bu taleplerini yerine getirmeye çalışmaktadır.
(6) Haber, Vakit Gazetesi'nde Leyla Gencer' in vasiyetinin açıklanmasından sonra yayınlanmıştır. Ölüm üzerinden dini eksende yürütüldüğü varsayılan bu tartışmanın bir diğer tarafı ise Bugün Gazetesi'nde 14.Mayıs 2008 Çarşamba günü yayınlanan Nuh Gönültaş'ın köşe yazısıdır. "Leyla Gencer Hangi Dine Mensuptur" başlıklı yazısında ölüm üzerinden kullandığı dinsel araçsallık biçimlerini, "niye kirletiyorsunuz suyumuzu?" şeklinde bitiren Gönültaş, kullandığı kavramlarla ölüm üzerinden söylem üretmektedir. Leyla Gencer'in ölüm merasimin onun Müslüman bir kimliğe sahip olmadığını gösterdiğini belirten Gönültaş, Gencer'in kendi ülkesinde yaşamayı ve kültürle hemhal olmayı kendine yediremeyen bir yabancı olduğundan söz etmişti. Aynı yazıda müziği ve sanat için İtalya'yı tercih eden Gencer'in, kültürel açıdan Hıristiyanlığa bağlılığını cenazesinin yakılmasını vasiyet etmesiyle ortaya çıktığı değerlendirilmesi yapılmıştır. Gönültaş, "kendini Jesus'a yeniden veren bu kimlik küllerini Ortaköy'e saçtırıyor. Madem öyle külleriniz de İtalya' da kalsın, niye kirletiyorsunuz suyumuzu?" sorusunu sorarken; "O modern Türkiye'nin bir ürünüydü, ama asla bizim tercihimiz değildi. Ölmüş, biz de haberdar olduk" şeklinde yazısını bitirmiştir. Kuşkusuz ölüm söz konusu olduğunda eğer din bir araç olarak kullanılırsa, bütün kapılar, ölümün teolojik değerlendirilmesine çıkar ki sosyolojik bağlamda ölümün gerçekliğinden uzaklaşılmış olunur. Nitekim yıllarca yurtdışında Avrupa kültürüyle yaşayan ve kendi kültürüne yabancılaşan Türklerin, mezar yerlerinin kendi topraklarında olmalarını istedikleri ve bunun bir kimlik-aidiyet göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Leyla Gencer'in yıllarca ülkesinden uzak yaşadığı düşünüldüğünde, mezarının -yakılmayı tercih etse bile- Türkiye'de olmasını istemesi bir kimlik ve aidiyet formu olarak okunmalıdır
SAYFA 343
Türkiye' de Leyla Gencer' in yakılmasıyla
birlikte süregiden tartışmalarda Yıldız Kenter'in bu konuyla ilgili söylemi de mezarlıklarla
ilişkili gerçekliği göstermesi bakımından değerdir. Kenter, kendisiyle yapılan
bir röportaj sırasında bu durumu şekilde ifade etmiştir: "Ben yakılmak
istediğimi söylüyorum. Bunun sebebi var zaten, mecbur olacaklar ileride bunu
yapmaya. Mezarlıklar adam almıyor artık. Geçen gün benim yengem öldü. Ölüsünü
ağabeyimin yanına gömdüler, üstüne gömdüler yani. Fakat yol diye bir şey yok,
yollara bile gömmüşler ve üstüne basıyorsun yüreğin titriyor. Ölüye saygı
nerede, çöplük gibi, bakımsız Karacaahmet'in o bölümleri. Şey yaptırdık,
adamlara para veriyoruz, temizlesinler bilmem ne diye, yok olmuyor, olmuyor ve
oraya gittiğim zaman ben her zaman zor buluyorum yolu. Şey yok, saygılı yerler
değil maalesef, yakışmıyor bize, bu kadar bakımsız, bu kadar çöplük gibi
tinerci çocukların dolaştığı bakımsız, tehlikeli yerler çoğunlukla. Şu dünyada
öldükten sonra yer işgal etmek istemiyorum. İnsanların mezar bakımsız, mezarın
üstüne insanlar çıkmış, mezar üstünde köpekler pislemiş doğal olarak. Mezarın
üstüne onun sevdiği meyve ağacını dikmiştim çıkmışlar, taşı oymuşlar, taşı
devirmişler. Su kesilir sulayamazsınız, çiçekler kurur." ("Kenter
Neden Yakılmak İstiyor", Hürriyet Gazetesi, Hürriyet Kelebek Eki,
20.05.2008). Krematoryumların varlığı, günümüz modem toplumlarında birçok defa
insan sayısının artmasına paralel bir şekilde ölü sayılarının da artması
etrafında dönmektedir. Özellikle artan dünya nüfusuna karşılık kentlerdeki
mezarlıkların yetersiz kalması, ölülerin yakılabileceği gerçekliğini tartışmaya
açmıştır. Nitekim günümüzde, krematoryumlarda yakılan bedenlerin küllerinin
saklandığı daha az yer kaplayan mezarlıklarla da karşılaşılmaya başlandığı
görülmektedir. Böylece ölüme mekân açamayan kentsel alanlarda, krematoryumlarla
birlikte ölülere yeni mekanlar açılmaktadır. Ölülerin yakılması ile ilişkili
ortaya çıkan mekânsal düzenleme, totaliter devletlerin kullandığı yöntemsel bir
araç olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Naziler bu bağlamda dikkat çeker ki
Bauman'ın "Modernite ve Holocaust" isimli çalışmasına da konu olan bu
pratik, yüksek dereceli fırınlarda muhalif olarak etiketlenen insanların
yakılması ile gündeme gelmiş ve ölüm üzerindeki siyasi iktidarın mekanla
birleşik organizasyonunu etkilemiştir. Polonya' daki Auschwitz kampı, II. Dünya
savaşı döneminde kurulmuş en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı
olarak gündeme gelmiştir ki bu kamp aynı zamanda kitle ölüm vakaları ile
gündeme gelmiştir. Temel olarak tutuklama ve çalışma merkezleri vazifesi
görmekle birlikte tarihe "ölüm fabrikaları" olarak da geçmişlerdir.
Merkezde faal dört gaz odası bulunan Auschwitz Birkenau kampı, yüksek
teknolojiye sahip olmakla birlikte her gün binlerce insanın ölüme maruz kaldığı
mekân olarak da tarihi kayıtlar içerisine girdiği görülmüştür