2 0 0 6
2 0 0 7
* ORAL, Zeynep “Tutkunun Romanı-Leyla GENCER” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 318/13 – Ankara, 1992
* ORAL, Zeynep “Tutkunun Romanı-Leyla GENCER” Milliyet Yayınları, İstanbul, 1992
* ORAL, Zeynep “Leyla GENCER’e Armağan” Sevda-Cenap And Vakfı Yayınları, 1994 Onur Ödülü Altın Madalyası Sahibi, Dizi N. 6, Ankara, 1994
* ORAL, Zeynep “Tutkunun Romanı-Leyla GENCER” Doğan Kitap-İstanbul,1999 * ÖZİŞ, Ünal (Prof.Dr.) “Leyla GENCER ve Opera Dünyası” Sevda-Cenap, And Vakfı Yayınları, Ankara, 2006
Leyla Gencer’i kaybettik
(1928 – 2008)
“Dünya operası La Diva Turca için ağlıyor.”
“Türk divası Leyla Gencer öldü.”
“La Diva Turca’yı yitirdik.”
“Türkiye’nin gerçek diva’sı artık yok.”
“La Scala da O’na veda etti.”
“Diva’nın cenazesinde medeniyetler buluşması.”
“Diva’nın külleri memleketinde.”
“La Diva Turca Boğaz’a kavuştu.”
“20’nci yüzyılın son diva’sına veda.”
“Diva’nın ruhu Boğaz’la buluştu.”
“İlahilerle uğurlanıyor.”
“Leyla Gencer anısına Dolmabahçe Camisi’nde mevlit okundu.”
“Leyla GENCER’in köyünü (Safranbolu’nun Yörük Köyü) yılda 30 bin kişi ziyaret ediyor.”
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
Leyla Gencer’in heykelini gerçekleştirmeliyiz
Oral, Leyla Gencer ile bir lokantada yemek yerken, onu heykelci Huşper Akyürek ile tanıştırıyor. Akyürek, onun heykelini yapmak için müsaade istiyor, Leyla Gencer de "İzin veriyorum" diyor.
Diva, İstanbul’da iken ona heykel dosyasıyla geliyor.
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül de bu heykel için Maçka Parkı’nın caddeye bakan ucunda yer veriyor.
Heykelin toplam yüksekliği altı metre. Fa anahtarı formunda granit bir kaide üzerinde oturuyor.
Heykelin maketi hazır, yeri hazır.
O heykeli oraya dikebilmek için bir sponsor aranıyor.
Maçka Parkı’nda bir Leyla Gencer heykelini görmek elbette bizi mutlu edecektir.
İstanbul’da önemli edebiyatçıların heykelleri var, o adlara Leyla Gencer’in de eklenmesi için bu parasal çabayı harcamak hepimize düşer.
Üstelik heykel projesini büyük sanatçımız da onayladığına göre, onun da içine sinmiştir.
İstanbul’da bir de Leyla Gencer Müzesi düzenleniyor.
Tepebaşı’nda Deniz Palas Apartmanı dış cephesi aynı kalarak yenileniyor.
Önümüzdeki sonbaharda İKSV Evi olarak açılacak, burada da bir bölüm Leyla Gencer Müzesi olacak.
Bir müzikçinin yaşamından kesitleri, eşyasını, notalarını, fotoğraflarını burada görebileceksiniz.
Leyla Gencer Şan Yarışması da, Aydın Gün’ün girişimiyle ilk kez 3-9 Eylül 1995 tarihinde başladı.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve La Scala Tiyatrosu Sahne ve Gösteri Sanatları Akademisi Vakfı işbirliği ile bu yıl 25-30 Ağustos 2008 tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak.
Büyük sanatçılara verdiğimiz önem, bize başkalarının vereceği önemle doğru orantılıdır.
Bazı insanların öleceği hiç aklınıza gelmez. Ne kadar “kendimi iyi hissetmiyorum, hakikaten hiç iyi değilim” de deseler siz hastalığı ya da ölümü yakıştırmazsınız onlara. Zaten en sağlıksız, en halsiz anlarında bile “hadi sahneye çıkıyorsun” dendiğinde birden canlandıklarına, büyük bir titizlikle sahne için hazırlandıklarına, sonunda sahneye adım atar atmaz etraflarına parlak bir enerji halesi yaydıklarına kaç kez tanık olmuşsunuzdur. Leyla Gencer’i bundan yaklaşık 50 küsur yıl önce ilk kez tanıdığımda Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğrenciydim. Sınıf arkadaşım piyanist Alp Ulusoy, Leyla Hanımın akrabasıydı. Birlikte Atatürk Bulvarı’ndaki çatı katına çaya gitmiştik. Leyla’nım o zamanın Ankara Operası sanatçılarından hiçbirinin hayatına benzemeyen bir hayat tarzı sürdürüyordu kocası İbrahim Bey’le. İstanbul’dan Ankara operasına gelip, kısa bir süre sonra başroller oynamaya başlaması opera kulislerinde kıskançlık krizlerine ve bol dedikodulara malzeme olmaktaydı. Güzelliği, görgüsü, dil bilmesi, kendini daha o zamanlar bir kraliçe gibi taşıması ve her şeyden önemlisi sahne üzerindeki başarısı onu zamanın opera sanatçılarından ayırıyor, farklı kılıyordu. Zaten Leyla Gencer’in Ankara Operası macerası 1950-55 arası sadece birkaç yıldır. O, opera sanatının 2. dünya savaşı sonrası yaşanan büyük patlama döneminde, Maria Callas, Renata Tebaldi gibi yıldızların yaratıldığı pırıltılı ortamda İtalya’ya gitmiş ve müthiş bir rekabet dünyasında kendini kabul ettirmişti. Gencer’in opera kariyerine tarafsız bir gözle baktığımızda cesaretine, sebatkârlığına, çalışkanlığına, gururlu duruşuna bir kez daha hayranlık duyarız. Gencer, opera dağarının yeni ve keşfedilmemiş alanlarına girme riskini göze almasıyla da dikkat çeker. Ses tekniğine birinci derecede önem verir. Sesini bir enstrüman gibi çalıştırdığını, teknik sağlam olmadan doğru ifadeye varılamayacağını her fırsatta tekrar eder. Onun için “sesim yorulur, kısılır, aman tam ses söylemeyeyim” gibi kısıtlamalar geçerli değildir. Sahne büyüsüne sahip olarak dünyaya gelmiş ender fanilerden biridir Leyla Gencer. Sahnede göründüğü anda seyirciyi avucunun içine alabilen hem sesini kullanışı, hem kusursuz yorumu hem de yarattığı kişi ile özdeşleşmesi onu aynı zamanda birlikte çalıştığı orkestra şefleri ve rejisörlerin de gözdesi yapar. Büyük plak firmalarının desteği olmadığından sahne üzerinde yarattığı, canlandırdığı ve seslendirdiği sayısız rolün ses ve görüntü kayıtları hep korsandır. Adı etrafında zaman içersin de gizemli bir efsane oluşur. Korsan kayıtlar kapışılır, dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılan Leyla Gencer hayranları ağı gerçekleşir. Türkiye müzik dünyasının Leyla Gencer’i kabul etmesi epey gecikmişti. Ona hak ettiği önemi vermemiz ne yazık ki hayatının son dönemine rastladı. Ama o, memleketine hep sadık kaldı, küsmedi, gençlere evini, kucağını açtı, bilgilerini aktarmaktan kaçınmadı. Türk adını dünyada gururla taşıyan ender insanlardan biriydi Leyla Gencer, onu hep hayranlık ve sevgi ile anacağız.
CUMHURİYET DAILY NEWSPAPER 2008.05.13
SABAH DAILY NEWS PAPER
2008.05.13
HINÇAL ULUÇ
Bir Leyla Gencer
yaşamıştı ki..
Sabah'ın
erken saatlerinde tutmuştuk, Ahmet'le Dil Tarih'in yolunu... Ahmet, Kışlalı,
kuzen... Dil Tarih'in dillere destan kızlarıyla kantinde hoş saatler değildi bu
defa sebebimiz... Tatil günü ne kantini... Konsere gidiyorduk...
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası o zamanlar, her cumartesi öğleden sonra
Üniversite Konserleri verirdi Dil Tarih'in büyük
salonunda... İrfan Şahinbaş'ın adını taşırdı aklımda kaldığı
kadarıyla da o salon... Konser öğleden sonra 3'te başlıyordu da, biz niye
sabahın köründe yollardaydık...
Çünkü o konser başkaydı... O konser farklıydı. O konser anlamlıydı, muhteşem
olmanın ötesinde...
Leyla Gencer ülkesinde söyleyecekti...
Demokrat Parti zadeganı sanki İsmet Paşa'nın izlerini silmek ister gibi, çok
sesli müziğe pek itibar etmezdi. İlk Milli Eğitim Bakanları, Tevfik İleri,
Büyük Tiyatro'daki İsmet Paşa'nın koltuğunda gerçekleştirmişti ilk eylemini.
İsmet Paşa'nın kulağı güç duyduğu için Operaları ve konserleri rahat izlesin
diye, o koltuğa özel bir kulaklık monte edilmişti. Paşa oturunca kulaklığı
takardı. Demokrat Parti seçimi kazanıp iktidar olunca, İleri, tayin ettiği
Tiyatro Müdürüne emir verip, kulaklığı söktürmüştü.
Olayı öğrenen Bedii Faik, zamanın en büyük kısa fıkra ustası "Sayın Savcı,
bana hakaret olmayan en ağır lafı söyle ki, Milli Eğitim Bakanı'na onu
yazayım" demişti, Bir Damla köşesinde...
27 Mayıs'ın yarattığı o harikulade özgürlük ve coşku havasında, İtalya'da
sürgün gibi yaşayan Leyla Gencer de yurda dönmüştü...
"Artık kendi ülkemde sahneye çıkacağım" diyordu... Ama çıkamadı...
Yerleşmiş, ağdalaşmış bürokrasiyi aşamadı... Tiyatro ve Opera'yı yönetenler
"Yabancı olsan konuk olarak alabiliriz. Ama sen Türksün, konuk olamazsın.
Milano Scala'dan istifa et. Gel bizim kadroya gir, sahneye çık" dediler...
Gencer İtalya'nın divası, Dünya Operasının yıldızıydı o zamanlar...
"Yapmayın" dedi... Yaptılar... "Etmeyin" dedi...
Ettiler... Leyla'yı kendi ülkesinde sahneye çıkarmadılar... O da "Gidiyorum" dedi... Gitmeden önce de bir veda konseri istedi...
"Ben de Üniversitelilerime söyler giderim" dedi...
İşte o konserdi, Dil Tarih’te... Ve üniversite günlerdir çalkalanıyordu...
Leyla'yı dinlemenin tek yolu, kapıyı erken tutmaktı...
Biz Ahmet'le vardığımızda kuyruk oluşmuştu bile... Saatlerce bekledik... Sonra
kapılar açıldı... Daldık... Önce ceketleri fora edip, kız arkadaşlarımıza da
yer ayırdık... "Sizin erken gelmenize gerek yok, biz yer tutarız"
diye... Şövalyeyiz ya... Ama hadi gel de tut bakalım... İçeri girenler öyle
bastırıyor ki, nerdeyse kavga çıkacak... Millet koridorlarda bile yere
oturmuşken, boş koltuk olur mu?.. Üstelik biz Dil Tarihli de değil,
Mülkiyeliyiz. Yani dağdan gelip bağdakini kovma olayı... Bıraktık yerleri tabii...
Konsere bir saat kala kızlar geldi... Yerde oturanların arasından güç bela
sıyrılıp yanımıza ulaştılar... Yapacak şey yok... Kucağımıza oturdular tabii...
Salon yer sayısının iki misli dolu, balık değil, ton balığı istifiyiz... Dil
Tarih'ten hesapta olmayan iki kız arkadaş daha gelmez mi o sırada...
Allah sizi inandırsın... Manzara aynen şöyle... Ahmet'le ben yan yana
oturuyoruz... İkişer dizimizde ikişer kız oturmuyor, mümkün değil... Tünemişler
adeta... Saatlerce öyle oturduk biliyor musunuz?.. Günlerce açılmadı, uyuşmuş
kaslarım, topal topal yürüdüm... Ne gam!..
Nihayet Leyla göründü sahnede... Bir şurup içimize aktı, aktı, aktı... Nasıl
kendimizden geçmişiz... Nasıl mest... Nasıl çılgınca alkışlıyoruz...
Ülkesinin bürokratlarının tekmesini yiyen Leyla, gençlerin bu coşkusundan nasıl
Mutlu...
Ağlıyor...
Hüngür hüngür ağlıyor bir yandan... Çağıl çağıl söylüyor öte yandan...
Bitti
konser ama bitmiyor... Ne biz bırakıyoruz ne Leyla gitmek istiyor... Kaç kez
geri döndü, kaç kez bis yaptı... Bir yandan kalabalık, nefes alacak hali
kalmamış, bir yandan saatlerdir tek başına şarkı söylüyor... Yorgun,
sırılsıklam...
Son gidişinde ıslak tuvaletini atmış, sabahlık giymiş üzerine, "Artık
tamam" diye...
Ne
tamamı... Alkış, çığlık kıyamet...
"Leyla...
Leyla... Leyla!.."
Çıktı gene sahneye... Sırtında sabahlık, elinde havlu... "Halim bu, beni
bırakın artık gençler ne olur" demek için...
Kim bırakır ki... O halde de söyledi... Söyledi... Sonunda bizde hal kalmadı ne
alkış, ne ses... Öyle bitti konser ve Leyla gitti... Yıl 1961... Bu onu sahnede
son görüşüm oldu...
Şimdi, dünyadan da gitti Leyla... Türk'ün sesini tüm dünyada duyuran büyük
Diva, tek, biricik Divamız dünyaya da veda etti...
Arkasında o coşku dolu, o harikulade, o unutulmaz günün anılarını bırakarak...
O gün yanımda oturan Ahmet, Ahmet'in kucağında oturanlardan İlgün çok önce
gitmişlerdi, çok genç...
Leyla'nın oradaki konserinde yer tutmak için sanki!..
CUMHURİYET DAILY NEWSPAPER 2008.05.15
Bir Leyla Gencer yaşamıştı ki..
Sabah'ın erken saatlerinde tutmuştuk, Ahmet'le Dil Tarih'in yolunu... Ahmet, Kışlalı, kuzen... Dil Tarih'in dillere destan kızlarıyla kantinde hoş saatler değildi bu defa sebebimiz... Tatil günü ne kantini... Konsere gidiyorduk...
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası o zamanlar, her cumartesi öğleden sonra Üniversite Konserleri verirdi Dil Tarih'in büyük salonunda... İrfan Şahinbaş'ın adını taşırdı aklımda kaldığı kadarıyla da o salon... Konser öğleden sonra 3'te başlıyordu da, biz niye sabahın köründe yollardaydık...
Çünkü o konser başkaydı... O konser farklıydı. O konser anlamlıydı, muhteşem olmanın ötesinde...
Leyla Gencer ülkesinde söyleyecekti...
Demokrat Parti zadeganı sanki İsmet Paşa'nın izlerini silmek ister gibi, çok sesli müziğe pek itibar etmezdi. İlk Milli Eğitim Bakanları, Tevfik İleri, Büyük Tiyatro'daki İsmet Paşa'nın koltuğunda gerçekleştirmişti ilk eylemini. İsmet Paşa'nın kulağı güç duyduğu için Operaları ve konserleri rahat izlesin diye, o koltuğa özel bir kulaklık monte edilmişti. Paşa oturunca kulaklığı takardı. Demokrat Parti seçimi kazanıp iktidar olunca, İleri, tayin ettiği Tiyatro Müdürüne emir verip, kulaklığı söktürmüştü.
Olayı öğrenen Bedii Faik, zamanın en büyük kısa fıkra ustası "Sayın Savcı, bana hakaret olmayan en ağır lafı söyle ki, Milli Eğitim Bakanı'na onu yazayım" demişti, Bir Damla köşesinde...
27 Mayıs'ın yarattığı o harikulade özgürlük ve coşku havasında, İtalya'da sürgün gibi yaşayan Leyla Gencer de yurda dönmüştü...
"Artık kendi ülkemde sahneye çıkacağım" diyordu... Ama çıkamadı... Yerleşmiş, ağdalaşmış bürokrasiyi aşamadı... Tiyatro ve Opera'yı yönetenler "Yabancı olsan konuk olarak alabiliriz. Ama sen Türksün, konuk olamazsın. Milano Scala'dan istifa et. Gel bizim kadroya gir, sahneye çık" dediler... Gencer İtalya'nın divası, Dünya Operasının yıldızıydı o zamanlar...
"Yapmayın" dedi... Yaptılar... "Etmeyin" dedi...
Ettiler... Leyla'yı kendi ülkesinde sahneye çıkarmadılar... O da "Gidiyorum" dedi... Gitmeden önce de bir veda konseri istedi...
"Ben de Üniversitelilerime söyler giderim" dedi...
İşte o konserdi, Dil Tarih’te... Ve üniversite günlerdir çalkalanıyordu... Leyla'yı dinlemenin tek yolu, kapıyı erken tutmaktı...
Biz Ahmet'le vardığımızda kuyruk oluşmuştu bile... Saatlerce bekledik... Sonra kapılar açıldı... Daldık... Önce ceketleri fora edip, kız arkadaşlarımıza da yer ayırdık... "Sizin erken gelmenize gerek yok, biz yer tutarız" diye... Şövalyeyiz ya... Ama hadi gel de tut bakalım... İçeri girenler öyle bastırıyor ki, nerdeyse kavga çıkacak... Millet koridorlarda bile yere oturmuşken, boş koltuk olur mu?.. Üstelik biz Dil Tarihli de değil, Mülkiyeliyiz. Yani dağdan gelip bağdakini kovma olayı... Bıraktık yerleri tabii... Konsere bir saat kala kızlar geldi... Yerde oturanların arasından güç bela sıyrılıp yanımıza ulaştılar... Yapacak şey yok... Kucağımıza oturdular tabii... Salon yer sayısının iki misli dolu, balık değil, ton balığı istifiyiz... Dil Tarih'ten hesapta olmayan iki kız arkadaş daha gelmez mi o sırada...
Allah sizi inandırsın... Manzara aynen şöyle... Ahmet'le ben yan yana oturuyoruz... İkişer dizimizde ikişer kız oturmuyor, mümkün değil... Tünemişler adeta... Saatlerce öyle oturduk biliyor musunuz?.. Günlerce açılmadı, uyuşmuş kaslarım, topal topal yürüdüm... Ne gam!..
Nihayet Leyla göründü sahnede... Bir şurup içimize aktı, aktı, aktı... Nasıl kendimizden geçmişiz... Nasıl mest... Nasıl çılgınca alkışlıyoruz...
Ülkesinin bürokratlarının tekmesini yiyen Leyla, gençlerin bu coşkusundan nasıl
Mutlu...
Ağlıyor... Hüngür hüngür ağlıyor bir yandan... Çağıl çağıl söylüyor öte yandan...
Bitti konser ama bitmiyor... Ne biz bırakıyoruz ne Leyla gitmek istiyor... Kaç kez geri döndü, kaç kez bis yaptı... Bir yandan kalabalık, nefes alacak hali kalmamış, bir yandan saatlerdir tek başına şarkı söylüyor... Yorgun, sırılsıklam...
Son gidişinde ıslak tuvaletini atmış, sabahlık giymiş üzerine, "Artık tamam" diye...
Ne tamamı... Alkış, çığlık kıyamet...
"Leyla... Leyla... Leyla!.."
Çıktı gene sahneye... Sırtında sabahlık, elinde havlu... "Halim bu, beni bırakın artık gençler ne olur" demek için...
Kim bırakır ki... O halde de söyledi... Söyledi... Sonunda bizde hal kalmadı ne alkış, ne ses... Öyle bitti konser ve Leyla gitti... Yıl 1961... Bu onu sahnede son görüşüm oldu...
Şimdi, dünyadan da gitti Leyla... Türk'ün sesini tüm dünyada duyuran büyük Diva, tek, biricik Divamız dünyaya da veda etti...
Arkasında o coşku dolu, o harikulade, o unutulmaz günün anılarını bırakarak...
O gün yanımda oturan Ahmet, Ahmet'in kucağında oturanlardan İlgün çok önce gitmişlerdi, çok genç...
Leyla'nın oradaki konserinde yer tutmak için sanki!..
CUMHURİYET DAILY NEWSPAPER 2008.05.18
VATAN GAZETESİ
2008.05.18
TUĞRUL TUNALIGİL
İtalyanlar, önünde diz çöküp eteğini öpüyordu
“Adı Diva... La Diva Turca...Yaptığı her şeyin içinde bir tutku var. İzleyiciyi avucunun içine nasıl alacağını iyi biliyor. O, derin, gölgeli ve yumuşak titreşimleriyle gerçekten şarkı söylüyor. Anlatılması olanaksız iniş çıkışlarıyla insana sonsuz heyecan veriyor...” 1955 tarihli bir İtalyan gazetesi, böyle yorumluyor Leyla Gencer’i.
“20’nci yüzyılın Son Divası” 50 yıl konser verdiği La Scala Operası yakınındaki San Babila Kilisesi’nde düzenlenen törenle son yolculuğuna uğurlandı. Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük opera yeteneği olan Gencer’in hayatını “Tutkunun Romanı” adlı kitabında kaleme alan gazeteci-yazar Zeynep Oral ölümünün ardından Diva’yı anlattı.
Leyla Gencer adını ilk kez ne zaman duydunuz?
Çocukken babaannemden hep duyardım Leyla Gencer’i, “Bizim müthiş bir Türk kızımız var, bütün Amerika’yı ve Avrupa’yı fethediyor” derdi... Bir kez 12-13 yaşlarındayken İstanbul’da eski Dram Tiyatrosu’nda izledim. Aradan seneler geçti, Callas’ın Tosca’sı için sabahın 5-6’sında Paris Operası’nda kuyruğa girmiştim. O kuyruktaki gençler benim Türkiye’den olduğumu öğrenince bana Leyla Gencer üzerine sorular sormaya başladı. Ve ben hakkında çok az şey bildiğimi fark ettim. Onun üzerine daha çok öğrenmem gerektiğine karar verdim.
Tanışmanız nasıl oldu?
1974 yılında Aya İrini’deki konserine gittim, büyülendim. Müthiş bir sahne karizması var. Bakışınızı, soluk alıp verişinizi, alkışınızı yönetiyor. Avucunun içine alıveriyor insanı. Kendisi öyle çok uzun boylu değil. Ama öyle bir duruşu var ki, onu çok uzun boylu sanıyorsunuz. Sahnede söylediği her sözcük, her nota müthiş bir önem kazanıyor. Bir kraliçe edasıyla sahnede varoluyor. Aya İrini’nin kubbesinde kuşlar uçuşur, onlara bile hükmettiğini gördüm. Konser sonrası gidip kendimi tanıttım, “Aaa cicim, sen misin, Seza Birsel’in torunu, Selçuk’la Semih’in kızı” dedi.
Peki hayat öyküsünü kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?
“Tutkunun Romanı” kitabı için kendisini görmeye gitmeden önce, çalıştığım gazeteye kendisiyle birkaç röportaj yapmıştım. Yazdıklarımı beğeniyordu. 4 yıl sürdü çalışmamız. İlk kez 1988’de Milano’ya kendisini görmeye gittim. Daha sonra da habire gidip geldim.
İtalya’da nasıl bir ilgi vardı kendisine?
1988’de İtalya’ya ilk gittiğimde “La Scala Operası” mevsimi açıyordu. Akşam arabayla Scala’nın ön kapısına gelmek için ilerliyoruz. Dedim ki, “Müthiş bir trafik var. Biraz erken inip arabadan yürüyelim”. Ama “Hayır, cicim. Ben tam önünde ineceğim” dedi. Meydanda büyük bir kalabalık toplanmış. Leyla Hanım, arabadan indi. Başını kaldırıp şöyle etrafına baktı. O anda tüm flaşlar patladı. Bütün meydan yoğun bir tempoyla “Leyla, Leyla, Leyla” sesleri ile inledi. Ben o anda donup kaldım. Gözümün önünde yaşlı başlı insanların yere diz çöktüklerini, elini ve eteğini öptüklerini gördüm. İster yazlık evi Arenzano’da, ister Milano’da, bakkalından taksi şoförüne, herkesin “La reggina, La reggina (Kraliçe)” diye ona nasıl hayran olduğuna şahit oldum.
Hayatının dönüm noktası ne zamandı?
Ankara Operası’ndan bir telgraf geldi: “Şu kadar gün içerisinde ya gelirsin, ya da operadan atılırsın.” Telgraf, Roma Büyükelçisi’ne gitti. Leyla Hanım’ın, İtalya’da çıktığı her yerin programında ismi Ankara Devlet Operası sanatçısı diye yazılıyordu. “Dönemem, çünkü temsilim var” dedi. 1958’de sözleşmesinin feshedilmesiyle Ankara’dan ayrıldı. Ama Türkiye’ye sık sık gelip gidiyordu. Muhsin Ertuğrul, Aydın Gül ve Mükerrem Berk... 1960’dan sonra Milano’ya yerleştiği halde, bu üç isim ne zaman “Leyla, gel” deseler, Leyla Hanım koştu geldi.
İtalyan vatandaşı olmayı reddetti
İnsan olarak nasıl biriydi?
Çok evhamlıydı. Ama içinde büyük heyecanı ve korkusu olan biriydi. Sahneye çıkmadan evvel belki de adrenalin yükseltmek için yapıyordu bunları. Ona “Diva kaprisi” diyorlar ama Diva kaprisi değildi aslında. “Camı açtın, üşüteceğim, öksürüyorum, sesim çıkmıyor, ya sesim çıkmazsa, ay söyleyemeyeceğim bu akşam vs...” En son geçen sene “Büyük Caruso” ödülünü aldığında da “Nasıl konuşacağım, hastayım, çıkmasam” diyerek kendini yiyip bitirirdi. Fakat sahneye çıktığı anda kaplan kesiliyor....
Dünyanın en önemli operası La Scala’ya girişi nasıl oldu?
O sırada İtalya’da operalar ve şancılar arasında korkunç bir rekabet vardı. Callas ve Tebaldi’nin birbiriyle yarıştığı bir dönem! Ama Leyla Hanım en iyi maestrolara kendini dinletti. İlk yıllarında büyük şef, Toscanini ölüyor. Ve Milano’da, bütün maestrolar, bütün şefler, bütün müzikologlar Milano Katedrali’ndeki cenazeye gelecek. Ve Verdi’nin Requiem’i söylenecek. Leyla Gencer’e “Sen söyle” diyorlar. O gün onun o soprano sesini herkes dinliyor. Hatta, Maria Callas da oradaymış, onun sesini duyunca, arka sırada oturan büyük şef Maestro Gavazzeni’ye dönüp, elini yukarı aşağı sallayıp “Mama mia” demiş.
Türk olduğu için İtalya’da herhangi bir ayrımcılığa uğradı mı?
İtalyan vatandaşlığına geçmesi için çok baskı yapıldı. O asla kabul etmedi. Daha ilk başlarda “Adını değiştirelim” dediler. Bu onda ters tepki yaptı. “Benim adım Leyla, ben Anadolulu’yum, Safranbolulu’yum (babası Safranbolulu’ydu), benim kültürüm farklı” diyerek kendi kimliğini korudu. Hiçbir zaman ikinci bir pasaportu olmadı. “İnsanın tek pasaportu olur” derdi.
Türkiye’de de son yıllarda Leyla Gencer adına değer verilmeye başlandı...
Uzun bir suskunluk döneminden sonra bir şeyler olmaya başladı. Önce Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora’ya layık gördü. 1988’de çok gecikmeli de olsa Devlet Sanatçısı unvanı verildi. Ankara Operası’nın önüne heykeli dikildi. Sevda ve Cenap And Altın Madalyası verildi. Darphane’de adına “Leyla Gencer anı parası” basıldı. Cemal Reşit Rey’de bir mevsimin bütün konserleri ona adandı. Ve en önemlisi Aydın Gün’ün bir düşü vardı. O hayal gerçekleşti: “Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması” Türkiye’de düzenlendi. Bugün de Garanti Bankası Doğuş Grubu sponsorluğunda düzenleniyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ona sahip çıktı.
Türkiye’de son dönemde kendi adına yapılanları nasıl karşıladı?
“Ülkem beni hatırladı” dedi. Bu söz çok hoşuna gitti. Bunu sık sık söylerdi. Tabii bu sözde biraz ironi de vardı.
Türkiye’de adına yapılanlara rağmen cenazesine olan ilgisizliği nasıl karşılıyorsunuz?
Milano’daki cenaze törenine ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne de Kültür Bakanı katıldı. Kendileri olmadığı gibi, bir çiçekleri bile yoktu. Türkiye’nin İtalya Büyükelçisi orada yoktu. Sadece Milano Başkonsolosumuz Nihal Çevik, her şeyin yolunda gitmesi için çırpınıyordu. TRT de bu olayı yok saydı. Benden başka orada gazeteci olmamasını kabul edemiyorum. Şu anda bir sürü elektronik posta alıyorum. Gençler neler söylüyor bilemezsiniz. Medya, Paris Hilton’a gösterdiği ilginin onda birini Leyla Gencer’e göstermedi. Bir Leyla Gencer’imiz var, başka yok.
İyi paralar kazanabildi mi?
Hayır, kazanamadı. Vaktiyle kazandığını harcadı. Güzel ve keyifli yaşamayı severdi. Ve en önemlisi hem çevresindekilere hem de yardımcılarına karşı çok cömertti. Açıkçası, divalığını çok güzel yaşadı. Ne gerekiyorsa, onu yaptı.
Veliaht olarak gördüğü bir öğrencisi var mıydı?
Birkaç öğrencisi oldu. Gençleri çok beğeniyordu. İki Türk öğrencisi Asude Karayavuz ve Simge Büyükedes’i çok severdi.
Bugüne kadar çok az ses plağı olduğu doğru mu?
Herkes yanlış biliyor. “Plağı yok” diye yazıyorlar. TV’de “Hiç plağı yok” diye ahkam kestiler! Bugün Avrupa’ya gidin, herhangi büyük bir plakçı dükkanından içeri girin. Ortalıkta 50 tane plağı olduğunu görürsünüz. İnternetten de ısmarlayıp alabilirsiniz! Evimde 30 kadarı var! Bunların çoğu stüdyoda değil, kaçak çekilmiş plaklar. Stüdyoya girip plak yapmadı. Çünkü bunun için hiçbir zaman vakti olmadı. Ya yeni bir opera öğreniyor ya da temsil yapıyordu.
CUMHURİYET DAILY NEWSPAPER 2008.05.19
CUMHURİYET DAILY NEWSPAPER 2008.05.20
BÜTÜN DÜNYA MONTHLY MAGAZINE 2008.06.01
“Adı Diva... La Diva Turca...Yaptığı her şeyin içinde bir tutku var. İzleyiciyi avucunun içine nasıl alacağını iyi biliyor. O, derin, gölgeli ve yumuşak titreşimleriyle gerçekten şarkı söylüyor. Anlatılması olanaksız iniş çıkışlarıyla insana sonsuz heyecan veriyor...” 1955 tarihli bir İtalyan gazetesi, böyle yorumluyor Leyla Gencer’i.
“20’nci yüzyılın Son Divası” 50 yıl konser verdiği La Scala Operası yakınındaki San Babila Kilisesi’nde düzenlenen törenle son yolculuğuna uğurlandı. Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük opera yeteneği olan Gencer’in hayatını “Tutkunun Romanı” adlı kitabında kaleme alan gazeteci-yazar Zeynep Oral ölümünün ardından Diva’yı anlattı.
Leyla Gencer adını ilk kez ne zaman duydunuz?
Çocukken babaannemden hep duyardım Leyla Gencer’i, “Bizim müthiş bir Türk kızımız var, bütün Amerika’yı ve Avrupa’yı fethediyor” derdi... Bir kez 12-13 yaşlarındayken İstanbul’da eski Dram Tiyatrosu’nda izledim. Aradan seneler geçti, Callas’ın Tosca’sı için sabahın 5-6’sında Paris Operası’nda kuyruğa girmiştim. O kuyruktaki gençler benim Türkiye’den olduğumu öğrenince bana Leyla Gencer üzerine sorular sormaya başladı. Ve ben hakkında çok az şey bildiğimi fark ettim. Onun üzerine daha çok öğrenmem gerektiğine karar verdim.
Tanışmanız nasıl oldu?
1974 yılında Aya İrini’deki konserine gittim, büyülendim. Müthiş bir sahne karizması var. Bakışınızı, soluk alıp verişinizi, alkışınızı yönetiyor. Avucunun içine alıveriyor insanı. Kendisi öyle çok uzun boylu değil. Ama öyle bir duruşu var ki, onu çok uzun boylu sanıyorsunuz. Sahnede söylediği her sözcük, her nota müthiş bir önem kazanıyor. Bir kraliçe edasıyla sahnede varoluyor. Aya İrini’nin kubbesinde kuşlar uçuşur, onlara bile hükmettiğini gördüm. Konser sonrası gidip kendimi tanıttım, “Aaa cicim, sen misin, Seza Birsel’in torunu, Selçuk’la Semih’in kızı” dedi.
Peki hayat öyküsünü kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?
“Tutkunun Romanı” kitabı için kendisini görmeye gitmeden önce, çalıştığım gazeteye kendisiyle birkaç röportaj yapmıştım. Yazdıklarımı beğeniyordu. 4 yıl sürdü çalışmamız. İlk kez 1988’de Milano’ya kendisini görmeye gittim. Daha sonra da habire gidip geldim.
İtalya’da nasıl bir ilgi vardı kendisine?
1988’de İtalya’ya ilk gittiğimde “La Scala Operası” mevsimi açıyordu. Akşam arabayla Scala’nın ön kapısına gelmek için ilerliyoruz. Dedim ki, “Müthiş bir trafik var. Biraz erken inip arabadan yürüyelim”. Ama “Hayır, cicim. Ben tam önünde ineceğim” dedi. Meydanda büyük bir kalabalık toplanmış. Leyla Hanım, arabadan indi. Başını kaldırıp şöyle etrafına baktı. O anda tüm flaşlar patladı. Bütün meydan yoğun bir tempoyla “Leyla, Leyla, Leyla” sesleri ile inledi. Ben o anda donup kaldım. Gözümün önünde yaşlı başlı insanların yere diz çöktüklerini, elini ve eteğini öptüklerini gördüm. İster yazlık evi Arenzano’da, ister Milano’da, bakkalından taksi şoförüne, herkesin “La reggina, La reggina (Kraliçe)” diye ona nasıl hayran olduğuna şahit oldum.
Hayatının dönüm noktası ne zamandı?
Ankara Operası’ndan bir telgraf geldi: “Şu kadar gün içerisinde ya gelirsin, ya da operadan atılırsın.” Telgraf, Roma Büyükelçisi’ne gitti. Leyla Hanım’ın, İtalya’da çıktığı her yerin programında ismi Ankara Devlet Operası sanatçısı diye yazılıyordu. “Dönemem, çünkü temsilim var” dedi. 1958’de sözleşmesinin feshedilmesiyle Ankara’dan ayrıldı. Ama Türkiye’ye sık sık gelip gidiyordu. Muhsin Ertuğrul, Aydın Gül ve Mükerrem Berk... 1960’dan sonra Milano’ya yerleştiği halde, bu üç isim ne zaman “Leyla, gel” deseler, Leyla Hanım koştu geldi.
İtalyan vatandaşı olmayı reddetti
İnsan olarak nasıl biriydi?
Çok evhamlıydı. Ama içinde büyük heyecanı ve korkusu olan biriydi. Sahneye çıkmadan evvel belki de adrenalin yükseltmek için yapıyordu bunları. Ona “Diva kaprisi” diyorlar ama Diva kaprisi değildi aslında. “Camı açtın, üşüteceğim, öksürüyorum, sesim çıkmıyor, ya sesim çıkmazsa, ay söyleyemeyeceğim bu akşam vs...” En son geçen sene “Büyük Caruso” ödülünü aldığında da “Nasıl konuşacağım, hastayım, çıkmasam” diyerek kendini yiyip bitirirdi. Fakat sahneye çıktığı anda kaplan kesiliyor....
Dünyanın en önemli operası La Scala’ya girişi nasıl oldu?
O sırada İtalya’da operalar ve şancılar arasında korkunç bir rekabet vardı. Callas ve Tebaldi’nin birbiriyle yarıştığı bir dönem! Ama Leyla Hanım en iyi maestrolara kendini dinletti. İlk yıllarında büyük şef, Toscanini ölüyor. Ve Milano’da, bütün maestrolar, bütün şefler, bütün müzikologlar Milano Katedrali’ndeki cenazeye gelecek. Ve Verdi’nin Requiem’i söylenecek. Leyla Gencer’e “Sen söyle” diyorlar. O gün onun o soprano sesini herkes dinliyor. Hatta, Maria Callas da oradaymış, onun sesini duyunca, arka sırada oturan büyük şef Maestro Gavazzeni’ye dönüp, elini yukarı aşağı sallayıp “Mama mia” demiş.
Türk olduğu için İtalya’da herhangi bir ayrımcılığa uğradı mı?
İtalyan vatandaşlığına geçmesi için çok baskı yapıldı. O asla kabul etmedi. Daha ilk başlarda “Adını değiştirelim” dediler. Bu onda ters tepki yaptı. “Benim adım Leyla, ben Anadolulu’yum, Safranbolulu’yum (babası Safranbolulu’ydu), benim kültürüm farklı” diyerek kendi kimliğini korudu. Hiçbir zaman ikinci bir pasaportu olmadı. “İnsanın tek pasaportu olur” derdi.
Türkiye’de de son yıllarda Leyla Gencer adına değer verilmeye başlandı...
Uzun bir suskunluk döneminden sonra bir şeyler olmaya başladı. Önce Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora’ya layık gördü. 1988’de çok gecikmeli de olsa Devlet Sanatçısı unvanı verildi. Ankara Operası’nın önüne heykeli dikildi. Sevda ve Cenap And Altın Madalyası verildi. Darphane’de adına “Leyla Gencer anı parası” basıldı. Cemal Reşit Rey’de bir mevsimin bütün konserleri ona adandı. Ve en önemlisi Aydın Gün’ün bir düşü vardı. O hayal gerçekleşti: “Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması” Türkiye’de düzenlendi. Bugün de Garanti Bankası Doğuş Grubu sponsorluğunda düzenleniyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ona sahip çıktı.
Türkiye’de son dönemde kendi adına yapılanları nasıl karşıladı?
“Ülkem beni hatırladı” dedi. Bu söz çok hoşuna gitti. Bunu sık sık söylerdi. Tabii bu sözde biraz ironi de vardı.
Türkiye’de adına yapılanlara rağmen cenazesine olan ilgisizliği nasıl karşılıyorsunuz?
Milano’daki cenaze törenine ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne de Kültür Bakanı katıldı. Kendileri olmadığı gibi, bir çiçekleri bile yoktu. Türkiye’nin İtalya Büyükelçisi orada yoktu. Sadece Milano Başkonsolosumuz Nihal Çevik, her şeyin yolunda gitmesi için çırpınıyordu. TRT de bu olayı yok saydı. Benden başka orada gazeteci olmamasını kabul edemiyorum. Şu anda bir sürü elektronik posta alıyorum. Gençler neler söylüyor bilemezsiniz. Medya, Paris Hilton’a gösterdiği ilginin onda birini Leyla Gencer’e göstermedi. Bir Leyla Gencer’imiz var, başka yok.
İyi paralar kazanabildi mi?
Hayır, kazanamadı. Vaktiyle kazandığını harcadı. Güzel ve keyifli yaşamayı severdi. Ve en önemlisi hem çevresindekilere hem de yardımcılarına karşı çok cömertti. Açıkçası, divalığını çok güzel yaşadı. Ne gerekiyorsa, onu yaptı.
Veliaht olarak gördüğü bir öğrencisi var mıydı?
Birkaç öğrencisi oldu. Gençleri çok beğeniyordu. İki Türk öğrencisi Asude Karayavuz ve Simge Büyükedes’i çok severdi.
Bugüne kadar çok az ses plağı olduğu doğru mu?
Herkes yanlış biliyor. “Plağı yok” diye yazıyorlar. TV’de “Hiç plağı yok” diye ahkam kestiler! Bugün Avrupa’ya gidin, herhangi büyük bir plakçı dükkanından içeri girin. Ortalıkta 50 tane plağı olduğunu görürsünüz. İnternetten de ısmarlayıp alabilirsiniz! Evimde 30 kadarı var! Bunların çoğu stüdyoda değil, kaçak çekilmiş plaklar. Stüdyoya girip plak yapmadı. Çünkü bunun için hiçbir zaman vakti olmadı. Ya yeni bir opera öğreniyor ya da temsil yapıyordu.
29 Ağustos 2008 tarihinden itibaren, İstiklal Caddesi’ndeki Borusan Müzik Kütüphanesi’nde toplam 90 tane Leyla Gencer CD’lerini dinleyebilir, DVD’lerini de seyredebilirsiniz.
Hiç kuşkusuz iyileşmeyen hastalığımız ilgisizlik, onun için de geçerliydi. Bir kuruluş ya da devlet, Leyla Gencer’in CD ve DVD’lerini, şık bir kutu içinde, bir katalog ile çıkarabilirdi.
HÜRRİYET DAILY
NEWSPAPER
Leyla Gencer köyünde anılıyor
La Diva Turka (Türk Divası) soprano Leyla Gencer için Safranbolu’da bir anma programı düzenlendi. Anma etkinliğinin davetiyesinde Ankara İtalyan Kültür Merkezi ile Karabük Valisi Nurullah Çakır’ın adları var.
Sanatçıların ilgili oldukları her yerde anılması, sanata/sanatçıya gösterilen ilginin, sevginin, saygının göstergesi.
Nurullah Çakır’ın selefi Vali Can Direkçi’ye teşekkür etmesi de devlet hizmetinin sürekliliğinde saygı ve sevginin varlığını kanıtlıyor.
Safranbolu, evleriyle, basında, kültürel mirası koruma tarihimizde iz bırakmış bir belde. Şimdi de Leyla Gencer ile anılıyor.
Diva’nın babasının doğduğu yer Yörükler Köyü ve etkinliğin sloganı da şu:
"Hemşerimiz Türk Divası"
Bu akşam 20.00’de Yenişehir Kültür Merkezi’nde Zeynep Oral’ın sunumundan sonra piyanist Paolo Villa’nın eşliğinde İtalyan soprano Paola Romano, Diva’nın repertuvarından seçilmiş eserleri seslendirecek .
Basında Leyla Gencer sergisini Aytekin Kuş hazırladı, yeğeni İbrahim Çeyrek de yayınlanmamış fotoğraflarıyla katkıda bulundu.
Derneklerin ve muhtarların çalışmaları sonucunda bir sokağa da Leyla Gencer’in adı verildi.
15 Kasım’da Leyla Gencer’in Yörükler Köyü’ndeki evi ziyaret edilecek, Safranbolu İlçe Halk Kütüphanesi’nde Leyla Gencer kitabının yazarı Oral söyleşi yapacak ve kitaplarını imzalayacak.
Gene yarın saat 17.00’de de Evin İlyasoğlu, Safranbolu Kent Tarihi Müzesi’nde, "Müzikte Besteci, Yorumcu, Dinleyici" konulu bir konuşma yapacak.
Hiç kuşkum yok, Safranbolu’da ve yakın çevresinde yaşayanlar etkinliğe ilgi gösterecekler.
Valilerin, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının yaşadıkları yerin kültürel sorumluluğunu da taşıdıklarını bir kez daha anımsatırım.
Salı akşamı saat 20.00’de Leyla Gencer’in anısına Leyla Gencer "La Diva Turca Bir Kutlama” adıyla bir gece düzenlendi. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nın kapısındaki kuyruk, büyük sanatçıya duyulan sevgi ve saygıyı simgeliyordu. Salon, balkon dahil doluydu
Kutlamanın başlangıcında, sanatçının değişik operalardaki icraları perdeye yansıtıldı, onun opera yorumlarıyla ilgili bir konuşmasından bölümleri seyrettik.
Artık bu tür anmalar hepimizin arzu ettiği düzende gerçekleşiyor
Anmaya gelenler, salonun dışında, fuayede Zeynep Oral’ın Leyla Gencer’in yaşamının anlatıldığı Tutkunun Romanı kitabının hem Türkçesini hem İngilizcesini alabildiler. Onu sadece sesinden, plaklardan tanıyanlar bu kitap sayesinde meslekteki başarısını da öğreneceklerdir.
Her zaman yakındığım bir durum vardı.
Sahnede dinlediğiniz sanatçının, orkestranın, dörtlünün, solistin CD’lerini almak istersiniz, fuayede bunları bulmalısınız.
Dün akşamın hoşuma giden yanlarından biri de fuayede onun CD’lerinin satışa sunulmasıydı.
Hazırlanan kitapçık da çok başarılıydı hem Leyla Gencer hem solistler, sahneye koyan, orkestrayı yöneten hakkında bilgiler veriliyor, hem de aryaların özgün dilde ve Türkçe metinleri yer alıyordu.
Geceyi sahneye Yekta Kara koymuştu, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı Sascha Goetzel yönetti, solistlere de onun yönettiği orkestra eşlik etti.
Yekta Kara, Türk Diva’sı üzerine kısa, özlü bir konuşma yaptı. Ayrıca değişik bestecilerin yapıtları hakkında bilgi verdi ve bunlara Gencer’in kattığı yorumları bir uzman yetkinliğiyle sundu.
Programın bestecileri ise şöyleydi: Gioacchino Rossini, Jules Massenet, Giuseppe Verdi, Vicenzo Bellini, Georges Bizet, Charles Gounod.
Solistler; Nino Machaidze (soprano), Perihan Nayır Artan (soprano), Ezgi Kutlu (mezzo-soprano), Taylan Memioğlu (tenor), Alper Göçeri (bariton), Mert Eryüksel (bas).
Soprano Nino Machaidze, 2006 yılında Leylá Gencer Şan Yarışması’nda birinciliği kazandı. Bu Gencer’in bizzat katıldığı son yarışmaydı.
Gecenin sonunda, Machaidze, Puccini’nin bir aryasını söyledi.
Bütün solistler sahneye çıkarak, Verdi’nin La Traviata’sından bir bölümü seslendirdiler.
Sahnede patlatılan şampanyalar, onun anısına kaldırıldı.
Ben de yazımı yazarken, Ildebrando Pizzetti’nin (1880-1968) bestelediği Assassinio nella catedrale’sini dinledim.
Metin, T.S. Eliot’ın (1888-1965) Murder in the Cathedral (Katedralde Cinayet) oyunundan operaya aktarılmıştı.
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
Türk Diva’sı, büyük sanatçı Leyla Gencer’in ardından Zeynep Oral’ın editörlüğünde bir Leyla Gencer kitabı hazırlandı. Onu tanıyanlar, dinleyenler, seyredenler, sevenler bu kitapta ölümünden sonra düşüncelerini belirttiler.
Kitap bir toplama yazılar kitabı değil. Herkes bu kitap için yazdı. Onun yaşamı, sahnedeki temsilleri kitapta yer aldı. Böyle kitapların bir önemi vardır. Değişik kesimlerden yazarlar, birini anlatırken onun çeşitli yönlerini dile getirirler.
Müzikçiler onun ustalığını, yazarlar onun kendi üzerlerindeki etkilerini yansıtırlar.
Sözgelimi onunla birlikte sahneye çıkan Aydın Gün’ün düşünceleri, onu ilk kez görenin izlenimleri bir sanatçının kimliğini bütünler.
Biliyoruz ki, Leyla Gencer’in önemini Türkiye’de geç yansıttık, yurtdışında yaşadığı, orada sanatsal zaferler kazandığı halde birçok kişi bunu bilmiyordu.
Zeynep Oral’ın onun yaşamını, müzik dünyasındaki önemini anlatan Bir Tutkunun Romanı Türkiye’de tanınmasını, hatırlanmasını sağladı.
Fakat bu kitabın önemli bir özelliğini unutmayın.
Satışından elde edilecek gelir ÇYDD’ye (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) verilecek.
Ben o kitaptaki yazılardan bazı seçmeleri sundum.
Değişik bakışlar, değişik değerlendirmeler aynı övgü doruğunda buluşuyor.
Hatırlayacağınız üzere, yurtdışında Boğazın Kızı olarak adlandırılan Leyla Gencer, vasiyeti üzerine İtalya’da yakıldı, külleri tekneden İstanbul Boğazı’na savruldu.
Bu kitapla onu bir kere daha anıyor, büyüklüğünü anlıyoruz.
Zeynep Oral, Sunuş’ta kitabın serüvenini anlatıyor:
“Bundan on yedi yıl önce Leyla Gencer üzerine yazdığım ilk kitabım yayımlandığında en sık karşılaştığım soru şu oldu: ‘Nereden aklınıza geldi Leyla Gencer´i yazmak? Nereden, nasıl, neden?’. Hayret ve şaşkınlık içeren bu sorunun yanıtını zaten kitabımda verdiğimden susmayı yeğliyordum...
Ama doğrusu asıl ben hayretler içindeydim ve şaşıyordum: Nasıl olur da o güne dek Türkiye´de kimse Leyla Gencer´i yazmayı düşünmemişti? Nasıl olur da o, Leyla Gencer, yeryüzü uçurumlarında kanat çırparken, bizler suskun kalabilmiştik?
Leyla Gencer, onu genç kuşaklarla buluşturan kitabımdan sonra, ironi ve mizahla karışık ‘Ülkem beni hatırladı’ tümcesini sık sık tekrarlayacaktı. Ancak bir de şu gerçek vardı: Ülke yöneticileri, belki onu hatırlamışlardı ama bu ülkenin gerçek müzik tutkunları onu hiçbir zaman unutmamışlardı. 1990´lı yıllardan başlayarak, Türkiye, Leyla Gencer´e şükran borcunu, gönül borcunu ödemeye çalıştı. Eğer bunda ‘Tutkunun Romanı’ kitabımın bir nebze olsun payı varsa, ne mutlu bana...
Bugün elinizde tuttuğunuz ‘Leyla Gencer – La Diva Turca’ kitabı, Leyla Gencer aramızdan ayrıldıktan sonra yayımlanan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Farklı ve geniş kapsamlı bir kitap olmasını dilediğimden ülkemdeki hem müzik yazarlarından, müzik eleştirmenlerinden hem de Leyla Gencer´le çalışmış belli başlı kurumların yetkililerinden ve temsilcilerinden katkıda bulunmalarını istedim.
Hiçbiri beni kırmadı. Hepsi bu kitaba özgün yazılarla katkıda bulundular.
Bu kitaba katkıda bulunmasını istediğim bir isim vardı ki, onun yazısı kitaba yetişmedi!
Sevgili Metin And, seve seve ‘Leyla Gencer İçin’ yazmaya söz vermişti bana. Bu sözü verdikten kısa bir süre sonra aramızdan ayrıldı. O yazıyı yazamadan...
Sanat Yaşamına iki Ömrü Sığdırdı
Sevgili Aydın Gün´ü Leyla Gencer´den beş ay önce yitirmiştik. Onsuz bu kitabın eksik kalacağı duygusu içime yerleşiyordu ki, 1994 yılında Aydın Gün´den Leyla Gencer için bir yazı istediğimi hatırladım. Sevda Cenap And Vakfı´nın yayımladığı Leyla Gencer´e Armağan kitabı içindi... Aydın Gün´ün o yazısını bu kitapta yayımlamama izin veren Mehmet Başman´a sonsuz teşekkürler.”
Birlikte sahneye çıktıkları, söyledikleri, tenor Aydın Gün ne yazmış: “Opera tarihinin gelmiş geçmiş en büyük tenoru Enrico Caruzo´ya ‘İyi bir opera sanatçısı olmak için nelere sahip olmak gerekir?’ diye sorduklarında o, ‘Bir opera şarkıcısının iyi bir sanatçı olması için, geniş bir göğse, büyük bir ağza, yüzde doksan belleğe ve yüzde on zekaya, uzun ve sıkı bir çalışmaya ve kalbinde de bir şeylerin olmasına ihtiyacı var’ demiş.
Ayrıca ne yazık ki, opera sanatçısının yolu uzun, yükü ağır, ömrü kısadır. Bizim bir şan hocamız vardı. Sık sık şunu söylerdi: ‘İyi bir opera sanatçısı olmak için insan dünyaya iki defa gelmeli, birincisinde şarkı söylemeyi öğrenmeli, ikincisinde şarkı söylemeli’ derdi.
Leyla Gencer sanat yaşamına bu iki ömrü de sığdıran ender sanatçılardan biri idi. O, sanat yaşamını bir ‘özveriler krallığı’nda sürdürdü. Konuşan, düşünen ve düşleyen bir ‘opera’ idi artık Leyla Gencer. Sanatının canı ve ruhu olan imgeleri ile kendi yaşamını da güzel bir sanat eseri haline getirmişti.”
Şakir Eczacıbaşı, Filiz Ali, Yekta Kara, Evin İlyasoğlu, Ahmet Say, Serhan Bali, Ünal Öziş, Ahmet Erenli’nin yazıları da onu tanıtıyor.
Bir büyük sanatçıyı tanımak, anmak için gerekli bir kitap.
YALNIZLIK KEDERİ
Kitabından Alıntıdır “Diva ve memleketi”
Leyla Gencer'in küllerinin, vasiyeti gereği Boğaziçi'ne serpileceği gün Bir kameraman yaklaştı yanıma ve haykırarak sordu
"Fazıl Bey, ülkede bazı çevreler Leyla Gencer'in küllerinin İstanbul Boğazı'na serpilecek olmasını 'gâvur işi' diye niteleyip Boğaz'ın küllerle kirletilmemesi gerektiğini' ileri sürüyor. Ne diyorsunuz bu konuda?"
Tam o anda benliğimi kıskıvrak yakaladı o çok tanıdık his... Hançer!
Sakin olmaya çalışarak şöyle cevapladım soruyu:
"Bu o kadar gereksiz bir tartışma ki!
Leyla Gencer, Türkiye'nin yetiştirmiş olduğu en büyük opera sanatçısıdır, medarı iftiharımızdır.
Ülkesinin, bu eşsiz evladının son vasiyetini yerine getirmemesi düşünülemez bile.
Birkaç yüz gram külün İstanbul Boğazı'nı kirleteceği düşüncesi, saçmalıktan başka bir şey değildir.
Bu büyük müzisyenin külleri, öz memleketinin denizine 'nur sesleri' olarak karışacaktır.
Tıpkı bir başka efsane, Maria Callas'ın küllerinin Ege'ye karıştığı gibi..."
Kameraman yanımdan uzaklaştığında, gitti sandığım o his sükûn etti yine
Bu kez daha da güçlüydü... Hançer!
Çok yalnız hissediyorum kendimi, hançerlenmiş hissine kapıldığımda
Çok üzgün... Çok çaresiz...
O gün cenazeden sonra, yakasında Leyla Gencer'in rozeti takılı bir arkadaşım
Sigara almak için bakkala girmiş
Rozeti görür görmez bakkalın ilk sözü şu olmuş.
"Nefret ediyorum bu gâvur kadından. İki hafta Boğaz balığı yemeyeceğim."
Bu ne öfkedir? Nasıl bir "ötekileşme"dir böyle? Bir toplum düşünün, uluslaşamamanın çaresizliği içinde İnanç ve özgürlük arayışında
Dünyası karmakarışık...
Bir toplum düşünün, birbirine kin güdenlerin
"Sen o taraftansın, ben bu taraftan, o da şu taraftan" gibi zırvalarla ömür tükettiği...
Tüm bu keşmekeşin altında ezilen, aslında sanat...
“Sevgi” yerine “kin” duygusu ile baş başa bırakılan, aslında müzik...
Leyla Gencer'i bilen, tanıyan, dinleyen
Onu anlayan, seven
Dünyanın bir numaralı opera kurumu Milano La Scala'da
35 yıl boyunca "primadonna assoluta" sıfatıyla söylemiş olmasıyla övünen
En fazla kaç bin kişiyizdir acaba Türkiye'de?
3 000 mi yoksa 5 000 mi?
Bir de bu, yakılma ve ardından küllerin Boğaziçi'ne serpilmesi
haberlerini gazetelerden takip eden radikal düşünceli insanlarımızı düşünüyorum...
Onlar kaç kişidir?
Yüz binlerce, değil mi?
Öfke, kin, nefret...
Söyler misiniz kime, neye karşı bu tepki?
Operanın ölmüş bir divasına mı?
Onun mesleğine mi?
Bana mı? Bize mi?
Değerli orkestra şefi Gürer Aykal'ın dediği gibi:
"Biz klasik müzikçiler bu ülkenin üvey evlatları mıyız?"
Doğduğumuz, yaşadığımız, müzik yaptığımız...
Emek verdiğimiz, hayaller kurduğumuz bu yer ülkemiz değilse
Neresi bizim ülkemiz?
Anadolu için bir zamanlar hayal edilen aydınlanma
Bir türlü gerçekleşemediyse
Metin Altıok'un dediği gibi...
"Yanlış iliklenmiş gömleğin düğmeleri" olmak mıdır bize kalan?
Ya da İlhan Mimaroğlu'nun söylediği gibi...
Klasik müzikçiler "ön kapıdan alınması"
Ama kimsenin farkına varmayacağı şekilde
"Arka kapıdan defedilmesi" gereken bir zümre midir?
Leyla Gencer'i uğurlarken anladık aslında
Bizler çoktan arka kapıdan defedilmişiz
Hakaretler ve tehditler savuran devasa bir koronun aleyhteki tezahüratı eşliğinde...
Bir evrensel değerimizin yeniden ön kapıdan alınmasına uğraşıyoruz
Ne acı...
Leyla Gencer on yıllar boyu dünyanın en önemli sahnelerinde icra etti sanatını
Büyük bir mücadeledir bu.
Notanın ardına geçebilen ender sanatçılardan biriydi o
Rolün içine girer ve yaşatırdı onu kendi bedeninde...
Tiz notaları eşsizdi...
Onları tutuş biçimi
Ve zarafetle onlara atlayışındaki kendine özgülüğü...
Bir melodiyi yorumlarken sergilediği bilinç ve ruh birlikteliği
Olağanüstü bir denge...
Callas'ın rakibiydi yıllarca
Ama onun kadar popüler olamayışının sebebini
Belki de mütevazı yaşam tarzında aramalı
Arkasında hiçbir desteğin olmaması da önemli bir etkendi
Kendisine gerçek anlamda sahip çıkabilmiş bir memleketten yoksundu
Hayatı boyunca deplasmanda oynadı Leyla Gencer...
Orkestra şefi dostum İbrahim Yazıcı ile yıllar önce Gencer ve Callas'ı karşılaştırırdık.
Aynı aryaları ardı ardına dinlerdik her birinden
İkisi de eşsizdi gözümüzde...
Kendine özgü kişiliklerdi
Birbirinden güzeldi dinlediğimiz yorumlar.
"Hangisi daha iyi?" sorusunu sormaya gerek görmüyorduk
Dinlediğimiz sanat, saf ruh doluydu
Ege'nin iki yakasından göğe yükselmiş bu anatanrıçaları dinlerken içimizi mutluluk kaplıyordu
Gencer'in Callas'tan hiçbir eksiği yoktu gözümüzde.
Ama o sürekli deplasmanda oynamak yok mu?
Ve ah o hançer...
Başbakan Erdoğan bu kadar bırakmamalıydı dizginleri elinden
Ülkesinin sanatçılarını savunmalıydı.
"Oy" kapmak uğruna, yığınların dilinden konuşacağına
Anlamaya çalışmalıydı Atatürk'ü
Batılılaşmasını, çağdaşlaşmasını, uygarlaşmasını...
Aydınlanmacılığını, sanat ve bilim alanındaki ülküsünü...
Meydanı bu kadar boş bulmamalıydı ilkellik...
Bu kadar saldırganlaşmasına izin verilmemeliydi laik bir ülkede.
Engin Ardıç diye bir köşe yazarı
"Fazıl Say gitmek istiyormuş bu ülkeden.
Giderse gitsin, Leyla Gencer de bir zamanlar pılısını pırtısını toplayıp gitmişti" diye yazmış
Ölümünün ardından Gencer'i yerden yere vuran yazısında
Leyla Gencer gitmiş de ne olmuş?
Milano La Scala Operası'nın 35 yıl boyunca bir numarası kalmakla kötü bir şey mi yapmış?
Öyle ya, dünya çapında kariyer yapmak kötüdür
Tüm dünyada "La Diva Turca" diye anılmak
Muhteşem icralara imza atmak
İnsan olarak kimseye en ufak bir zarar vermemiş olmak
Kötüdür bu saydıklarım...
Sanırım hiçbir devirde, hiçbir coğrafyada
"Haksızlık", "hakaret", "tahrik", topluma bu denli nüfuz etmemiş
Saldırganlık hiç bu denli fütursuz bir hal almamıştır.
Bu ülke, herkesin birbirine rahatlıkla "faşist" diyebildiği bir yere dönüştü
Çok yazık...
Ne olacaktı Leyla Gencer son yıllarında Türkiye'de yaşamış olsaydı?
Herhalde televizyon kanalları günlük siyasi gelişmeler üzerine
Arada sırada kendisine telefonla bağlanacak
O da ağzını açtığı anda düşmanlarının sayısını kat be kat arttıracaktı.
Hatta içinde yaşadığımız dönemde hayatta olsaydı
"Ergenekon soruşturması beni de kapsar mı?" diye endişelenebilirdi belki de
Çünkü bir opera sanatçısıydı o.
Opera aydınlanmacılıktır
Bu ülkenin insanı operayı, çoksesli müziği
Atatürk sayesinde tanıdı.
Leyla Gencer'e şakayla karışık "Atatürk'ün manevi kızı" denirdi.
Opera aynı zamanda
Kültür ve sanatla sorunlu bir ilişkisi olan
Bugünkü AKP iktidarına muhalif olmak demektir.
Tam bir çorbaya dönen Ergenekon soruşturmasında
İlgili veya ilgisiz, bilinçli veya bilinçsiz gözaltına alınanlar arasında
"Hükümete muhalif şahıs" olarak mimlenip
Çaktırmadan içeri tıkılan aydınlar da var.
Kirletilen, karalanan, onuru kırılan aydınlar Atatürk Cumhuriyetinin savunucuları...
Leyla Gencer yaşasaydı o da listede olacaktı
Yazıklar olsun!
Leyla Gencer!
Cumhuriyet'te Evin İlyasoğlu'nu okuyorum. Cumhurbaşkanı Gül, La Scala'nın 7 Aralık'taki Carmen Galası'na davet edildi ya.. O vesileyle yazmış..
"Cumhurbaşkanımız yarım yüzyıl boyu La Scala'nın Divası (Kraliçe Tanrıçası) olan Leyla Gencer'in ülkesinden gelen bir devlet adamı olarak ayrıca gurur duyacaktır" diyor.. Sebebini de özetliyor.
2 Kasım'da Lombardia Eyaleti "Milano'yu Milano yapan 15 insan"ı seçmiş. Biri Leyla Gencer.. Düşünebiliyor musuz?. Tarihin kültür ve sanat merkezi Milano'yu Milano yapan 15 kişiden biri, bir Türk!..
Milano basını, 10 Mayıs 2008'de "Son Diva'yı yitirdik. Opera tarihimizde
bir devir kapandı" başlıklarıyla çıkmıştı.
Gül'ün Carmen rolünde dinleyeceği mezzo soprano Anita Rachvelişivili, 2008
Leyla Gencer Yarışması'nın üçüncüsü..
Leyla Gencer'in ölümüne dek ders verdiği La Scala Singing Academy'ye seçtiği
Asude Karayavuz ve Simge Büyükedes bu yıl La Scala Galalarında yer almışlar..
Daha neler neler..
Niye yazdım..
Hani ölümünde, bu ülkenin gedikli Atatürk düşmanları, sırf Atatürk'e ve
Cumhuriyete dil uzatmak için bir fırsat daha yakalamış olmanın heyecanıyla
Büyük Leyla'ya saldırmış, yerin dibine sokmuşlardı ya.. "Utandılar
mı" diye aklınızdan geçirmeyin. Atatürk düşmanlarında utanma olmaz!..
2 0 1 1
Yeryüzünün Tüm Renkleri O Seste …
2 0 1 3
SALKIMSÖĞÜTÜN TÜRKÜSÜ Kitabından Alıntıdır
Editör: Zeynep Oral,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
2009, sf.19
Google, Leyla Gencer'i unutmadı
Arama motoru Google, bugün ana sayfasını Türk opera sanatçısı Leyla Gencer'in 85. doğum günü ile süsledi.
Arama motoru Google, ana sayfasını ünlü kişilerin doğum günleri ve önemli günlerle süslemeye devam ediyor. Böylelikle Google, kullanıcılarına ana sayfasına koyduğu kişileri de hatırlatmış oluyor.
Geçtiğimiz günlerde 20. yüzyılın en ünlü bestecilerinden biri olan Fransız Claude Debussy'nin 151. doğum gününe özel hareketli bir Doodle hazırlayan Google, ondan sonra da Fransız fizikçi Leon Foucault'u, 194. doğum gününde doğum gününde unutmamıştı. Google ana sayfasına bugün ise Türk opera sanatçısı Leyla Gencer'i taşıdı.
Leyla Gencer kimdir?
10 Ekim 1928'de doğan Ayşe Leyla Gencer, Türk opera sanatçısıdır. 20. yüzyılın en önemli sopranolarından birisi olarak görülür.
Batı ülkelerinde "La Diva Turca", "La Gencer", "La Regina" olarak ün yapan; Milano, Roma, Napoli, Venedik, Viyana, Paris, San Francisco, Köln, Buenos Aires, Londra, Rio de Janerio, Bilbao, Chicago'da sanatını dinleten; Lucia'nın, Norma'nın, Lady Macbeth'in, Queen Elizabeth'in, Filoria Tosca'nın, Lucrezia'nın, Madam Butterfly'ın, Alceste'nin, Aida'nın, Violetta'nın, Leonora'nın "Leyla la Turca"sı soprano Leyla Gencer, hem seçkin opera sahnelerinde hem resitallerinde hayranlık uyandırmış sanatçılardandır. Opera repertuarı 23 bestecinin 72 yapıtını kapsamıştır. Gencer, T.C. Devlet Sanatçısıdır. Leyla Gencer, 10 Mayıs 2008'de hayata gözlerini yummuştur.
Leyla Gencer'in 85'inci Doğum günü Leyla Gencer kimdir?
Google 20. yüzyılın en önemli sopranolarından biri olarak görülen Leyla Gencer'in 85'inci Doğum gününü özel bir doodle ile kutladı... Leyla Gencer kimdir?
Leyla Gencer'in hayatı
Leyla Gencer Türk opera sanatçısı. 20. yüzyılın en önemli sopranolarından birisi olarak görülür.
Batı ülkelerinde "La Diva Turca", "La Gencer", "La Regina" olarak ün yapan; Milano, Roma, Napoli, Venedik, Viyana, Paris, San Francisco, Köln, Buenos Aires, Londra, Rio de Janerio, Bilbao, Chicago'da sanatını dinleten; Lucia'nın, Norma'nın, Lady Macbeth'in, Queen Elizabeth'in, Filoria Tosca'nın, Lucrezia'nın, Madam Butterfly'ın, Alceste'nin, Aida'nın, Violetta'nın, Leonora'nın "Leyla la Turca"sı soprano Leyla Gencer, hem seçkin opera sahnelerinde hem resitallerinde hayranlık uyandırmış sanatçılardandır. Opera repertuarı 23 bestecinin 72 yapıtını kapsamıştır. Gencer, T.C. Devlet Sanatçısıdır.
Leyla Gencer 1928'de Polonezköy'de doğdu. Babası Safranbolulu köklü Müslüman bir ailenin oğlu olan Hasanzade İbrahim Bey, annesi Polonyalı Katolik bir ailenin kızı olan Alexandra Angela Minakovska'dır. Ailesi sonradan Çeyrekgil soyadını aldı. Annesi, İbrahim beyle evlendikten sonra Müslüman olup Atiye adını aldı. Gencer ileriki yıllarda bir röportajında "Müslüman ve oryantal bir altyapıdan geliyorum" demiştir.
Babası İbrahim Bey, ağabeyi Hüseyin Çeyrekgil ile çiftçilik, balıkçılık, taşımacılık ve Çubuklu suyunun işletmesini yapıyordu; ayrıca Lale Sineması'nın işletmesini üstlenmişti ve Karaköy'de hanları bulunuyordu. Leyla, babasını genç yaşta kaybetti. 1946'da varlıklı bir bankacı olan İbrahim Gencer ile evlendi ve Gencer soyadını aldı.
Opera kariyeri
Leyla Gencer, Devlet Tiyatroları Ankara Operası'nda korist olarak görev yapmaktayen Ankara'ya geldiği yıl (1950'de) sahnelenmeye başlayan Cavallerina rusticana operasında Santuazza rolü ona verildi, Gencer'in opera kariyeri bu rolle başladı.
Leyla Gencer, Ankara Devlet Operası'nda görev yaptığı 1950-1958 yılları arasında devlet konuklarına verilen resitallerde en çok görev alan sanatçılardan oldu. ABD devlet başkanlarından Harry S. Truman, Dwight Eisenhower, Yugoslavya'nın kurucusu Mareşal Tito, İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Prenses Süreyya, Ürdün Kralı Hüseyin, huzurunda resitaller verdiği devlet konuklarındandır.
İlk defa 1953 yılında, Türkiye ile İtalya arasında imzalanan Kültür Anlaşması çerçevesinde bir radyo konseri vermek için Roma'ya gitti. Bu konserin başarısı üzerine Napoli Yaz Festivali'nde sahnelenen Cavelleria rusticana operası'nda başrol üstlenmek fırsatını elde etti. Bir sonraki sezon Napoli'nin ünlü San Carlo Operası'nda Eugenio Onegin ve Madam Butterfly operalarında başrol oynama teklifi aldı. Leyla Gencer'in uluslararası platformdaki opera serüveni böylece başladı, Madam Butterfly operasındaki başarısı ile Napolillerin sevgisini kazanan Gencer, Napolili Türk olarak anılmaya başladı. Bu başarı bir sonraki sezon San Carlo Operası'nda sahnelenen La Traviatadaki Violetta rolü ile sürmüştü. Sanatçı "La Traviata"'yı Palermo, Trieste, Ankara, Torino, Varşova, Poznan, Lodzi Krakov'da, Viyana Devlet Operası'nda Herbert von Karajan yönetiminde, San Francisco ve Philadelphia'da, Moskova ve Leningrad'da seslendirdi. 1956'da San Francisco operasında San Francesca da Rimini operasında son anda oynayamayacağını bildiren ünlü soprano Renata Tebaldi'nin yerine başrolü seslendirdi. Eserin San Francisco ve Los Angeles temsillerinden sonra San Francisco operası ile kontrat imzaladı.
1957 sezonunda San Fransicso Operası'nda sahnelenen La Traviata operasında başrolü Leyla Gencer, Lucia di Lammermoor operasında ise dünyaca ünlü soprano Maria Callas üstlenmişti. Callas'ın gelmemesi üzerine Lucia rolünü de Gencer üstlendi ve büyük başarı kazandı. O günden başlayarak ABD'de sayısız opera temsili, resital, konser gerçekleştirdi.
26 Ocak 1957 gecesi Leyla Gencer, kendisine koyduğu Milano'nun ünlü La Scala Tiyatrosu'nda sahneye çıkma hedefine ilk defa ulaştı. Fransız besteci Francis Poulenc'in Carmelit'lerin Diyaloğu eserinin dünyadaki ilk temsilinde başrolü (Lidoine-başrahibe) oynadı. Scala'daki ilk sahneye çıkışından sonra Gencer, 18 Şubat 1957'de tüm zamanların en büyük orkestra şefi kabul edilen ve kısa bir süre önce ABD'de hayatını kaybeden Arturo Toscanini için Milano'nun Duomo di Milano Katedralı'nda düzenlenen görkemli cenaze töreninde Verdi'nin Requiem'i seslendirilirken soprano partisini başarıyla söyledi. Bu başarının ardında La Scala Operası'nın Köln Operası'nın açılışı nedeniyle düzenlediği turnede Verdi'nin Kaderin gücü adlı eserinde başrol oynadı. 1958'de Pizzetti'nin dünyada ilk gösterimi gerçekleşen Katedral'de Cinayet adlı eserinde başrahibe rolünü, ardından Boito'nun az bilinen Mefistofele operasında Margherita rolünü üstlendi.
Leyla Gencer, 1958 yılında kontratı feshedilinceye kadar yurtdışındaki operalarda Ankara Devlet Operası Sanatçısı sıfatıyla rol aldı. 1958'de görevine son verildikten bir süre sonra Milano'ya yerleşti. 1958'de İtalyan Radyosu'nda Donizetti'nin "Anna Bolena" operası Leyla Gencer'in yorumuyla yayımlanmıştı (Bu yayım, 1980'de plak olarak piyasaya çıktı). Bu yorumun başarısı üzerine ünlü orkestra şefi Vittorio Gui şefliğini yaptığı 3 ayrı eserde, 3 ayrı kentte (Palermo, Floransa Roma Operaları) başrol teklif etti. Gencer böylece 1959 yılı Floransa Festivali'nin açılışında Verdi'nin 1849'dan beri hiç sahnelenmemiş "Legnano Savaşı" adlı eserinde başrolü oynadı. Bunu, Palermo'da Verdi'nin "Macbeth" Operası, Roma'da Mozart'ın "Don Giovanni" Operası'nı seslendirdi.
Gencer, 1960'larda mesleğinin doruğuna çıktı. Hiç bilinmeyen operaları seslendirmeyi sürdürdü. 1963'te Verdi'nin unutulmuş operası "Kudüs"te başrol Elena'yı oynadı. Bunu Donizetti'nin hiç bilinmeyen operası "Robert Devereux"daki Kraliçe Elizabeth rolü ve Bellini'nin 130 yıldır sahnelenmeyen "Beatrice di Tanda" operası takip etti.
1985 yılında sahneye veda eden sanatçı, 1983-1988 yılları arasında As. Li. Co.'nun genel sanat yönetmenliğini yürüttü, 1997-1998 arasında La Scala korosunun genç sanatçılar okulunda yöneticilik yaptı, vefatına kadar La Scala Tiyatrosu'nda opera sanatçıları için kurulan akademinin sanat yönetmenliğini yapmaktaydı. Gencer, aynı zamanda opera yorumu üzerine dersler vermeye devam ediyordu. Uluslararası yarışmalarda seçiciler kurulu üyelikleri yapan, festivallere, seminer ve konferanslara katılan Leyla Gencer, İstanbul'da kendi adını taşıyan "Uluslararası Şan Yarışması"nın kurucusudur. Yarışma, 1995 yılından beri düzenlenmektedir.
Leyla Gencer adına basılan para
Leyla Gencer, 1988 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla onurlandırıldı. 2004 yılında Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından 1000 yılın Türkleri özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basıldı.
2 0 1 4
Fransa’nın ünlü meseni Pierre Bergé'nin başında bulunduğu “Académie du Disque Lyrique” her yıl opera sanatının her alanına ödüller veriyor. Bu yıl “Ses kaydı içeren kitaplar” diye bir kategori açtılar ve özel bir ödülü Zeynep Oral’ın Fransa’da geçen ay piyasaya çıkan, içinde bir de CD kaydı bulunan “Leyla Gencer” kitabına ve Leyla Gencer kaydına verdiler. Zeynep Oral bu ödül hakkında yazdı…
Bu sabah sanki farklı bir dünyaya gözlerimi açtım. Hani şair “Bugün pazar/ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” der ya… İşte biraz öyle bir duygu içindeyim. “Bu anda ne düşmek dalgalara, / Bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım. / Toprak, güneş ve ben / Bahtiyarım.”
Bu sabah (sizlere göre dün sabah) bu yazıyı yazarken ne cumhurbaşkanı seçimleri
ne adaylar ne adaylar üzerinden sürdürülen kavgalar ne de Türkiye’nin bin bir
sorunu… Şu anda sadece ve sadece Leyla Gencer’in o muhteşem sesi ve ben,
bahtiyarız…
Bahtiyarlığıma katkıda bulunan birkaç şey daha var: Gözlerimin önünde uzanan
Paris görüntüsü, pencereden baktığımda gördüğüm Eyfel Kulesi, insanı baştan
çıkaran bir Paris güneşi ve hafif bir yaz rüzgârı… Paris’te bir arkadaşımın
evindeyim. Evi o müthiş dramatik ses dolduruyor ve Verdi aryalarıyla
pencereden dışarı, rüzgâra takılıp kente yayılıyor. O sesle birlikte, Leyla
Gencer’le yaşadığım binlerce an ve anı gelip içime yerleşiyor… Arada gözlerimi
yazıdan koparıp masanın üzerinde duran kadife kutu içindeki ödüle bakıyorum…
Ödül O Sese
Dün akşam verdiler bu ödülü bana. Ama bence bana değil, o sese, Leyla Gencer’in sesine verdiler. (Zaten onun için bu yazıyı bu kadar rahat yazıyorum.) Sarı pirinç plaketin üzerinde Orfeus antik çalgı lirini çalıyor. Üzerinde “Orphé” d’Or” (Altın Orfe) - “Académie du Disque Lyrique” (Lirik Plak Akademisi) yazıyor.
Fransa’nın ünlü meseni Pierre Bergé’nin başında bulunduğu bu kuruluş her yıl opera sanatının her alanına ödüller veriyor. Bu yıl “Ses kaydı içeren kitaplar” diye bir kategori açtılar ve özel bir ödülü benim Fransa’da geçen ay piyasaya çıkan, içinde bir de CD kaydı bulunan “Leyla Gencer” kitabıma ve Leyla Gencer kaydına verdiler (Bleu Nuit Yayınevi).
Gertrude Durusoy’un Türkçeden Fransızcaya çevirdiği kitabı 20 yıl önce yazmıştım. Kendi ülkemde çeşitli yayınevlerinden sonra (halen Cumhuriyet Kitap sürdürüyor yayınlamayı) İngilizce ve İtalyanca baskılarda da içine CD koymayı isteyen ve düşünen çok olmuştu ama bunu kimse başaramamıştı.
Bunu ilk kez Fransa’daki yayınevi başardı. Gencer’in sahneden çekilmiş 50-60
yıl önceki kayıtlarını bulup, bunları titizlikle temizleyip, sadece Verdi
aryalarından (hem de en ünlülerinden oluşan) yeni bir plak, bir CD
gerçekleştirip kitaba koydu. Kitabımı 20 yıl sonra da olsa Leyla Gencer’in sesi
eşliğinde okumak inanın çok farklı.
Sevgili okurlar başlıkta “Leyla Gencer fethetmeyi sürdürüyor
hâlâ...” demem boşuna değil. Bu bir gerçek…
Leyla Gencer’in sesine, varlığına adadığım ödülü kutusuna koyup, çantama atmalı ve Türkiye uçağına yetişmek üzere yola çıkmalıyım. Ödül töreninin ayrıntılarını yarına bırakıyorum.
Mutluluk ve Hüzün
Türkiye'nin yurt dışı elçiliklerinin kimi olağanüstü güzelliktedir. Paris'teki "Hotel de Lamballe" diye anılan malikane ise bir mücevher niteliğindedir.
16. yüzyıldan kalma bu mücevher, 18.yüzyılda Kraliçe Marie-Antoinette'in nedimelerinden Prenses Lamballe'a satılmış. Fransız Devrimi, Prensesi giyotine yollayınca, el değiştiren yapı 1825'de akıl hastalıkları kliniği olarak kullanılmış. Gerard de Nerval, Charles Gounot, Guy de Maupassant gibi ünlüler bu klinikte tedavi olmuş... Halen ikametgâh olarak kullanılan muhteşem bir bahçe içindeki bu yapı 1946'da Büyükelçiliğimizce kiralanmış, birkaç yıl sonra da (1951) de satın alınmış. Önceki akşam o güzelim bahçe ve malikanede opera aryaları yükseliyor; Leyla Gencer anıları paylaşılıyordu.
Ödül Töreni
"Leyla
Gencer" kitabımla büyükelçimiz Hakkı Akil arasında rastlantısal
bir bağ var. Üç yıl önce ayni kitap İtalya'da, İtalyanca
basıldığında Sayın Akil, Roma Büyükelçisiydi. Ve Milano, Floransa,
Roma, Venedik, Napoli ve Torino'da kitap üzerine toplantılar düzenlendiğinde,
birçoğunda yanımdaydı. Paris'te kitaba ödül verileceği duyumu geldiğinde, ikametgahın
kapılarını ödül töreni için açtı. Yine bir rastlantı, tören günü
Türkiye'de olması gerektiği için ev sahipliğini UNESCO Büyükelçimiz Hüseyin
Avni Botsalı ve genç diplomat maslahatgüzar Ali Onaner üstlendi.
İlk kez karşılaştığım Sayın Botsalı, taa Sanat Dergisi yıllarından başladı
beni tanıttığı konuşmasına. Ve "Gençliğimde, aydın olmanın raconu Sanat
Dergisi okumaktan geçerdi" gibi bir tümce kullanması beni anında
fethetmeye yetti.
Lirik Plak Akademisi Başkanı Clément Guérard (müzik dünyasında herkes ona sadece Mösyö Clym diyor- -Thomas Hardy romanının baş kişisi) ve Başkan Yardımcısı M. Biarb, ikisi de belli bir yaşın üzerindeydiler. Leyla Gencer'i hem opera eserlerinde hem de Paris konserlerinde izlemişlerdi. Onların duygusallığı ve heyecanı benimkinden neredeyse daha yoğundu.
Törenin müzik bölümünde Madagaskar asıllı Fransız soprano Catherine Manandaza, Leyla Gencer repertuarından iki arya söyledi: "Suor Angelica" operasından "Senza Mamma" ve "Norma" operasından "Casta Diva". Son yılların yükselen yıldızı, genç sanatçıya piyanoda Sophie Partouche eşlik etti. Aryalar, aynalar, kristal avizeler, brokarlar, kadifeler, altın yaldız kaplamalar... Görkemli salonlarda, farklı bir yüzyılda, sanki saray konserindeydim...
İçimdeki "Ah!"
Paris'te yaşayan sanatçı dostlarım, üniversite yıllarından arkadaşlarım, sevdiğim insanlarla çevrili olduğum bir törendi. Her tür formalite ve kasıntıdan uzak, içten, samimi, güleryüzlü ve geniş katılımlı bir buluşmaydı. (İsim özellikle vermiyorum, ünlüler kadar ünsüzler de benim için çok değerliydi.) Hem çok mutluydum hem de içimde derin bir hüzün vardı.
Ah, keşke, keşke Leyla Gencer de aramızda olsaydı. Ya da şöyle diyebilirim:
Keşke keşke zamanı geriye döndürüp; şu töreni, şu ödülü, bu Fransızca yayını 20
yıl önceye çekebilseydik. O da aramızda olurdu ve gecenin her anının müthiş
keyfini çıkarırdı.
"Leyla Gencer"i 20 yıl önce yazmıştım. Ama farklı dillere çevrilip
yayınlanması için, Sevgili Leyla Hanımın nedense ölümü beklendi...
(20 Yıl önce aklınıza gelecek her yere başvurmuş ama sonuç alamamıştım.)
Törende en büyük teşekkürüm Fransa'daki yayınevi yetilisi Jean-Philippe Biojout'yaydı. "Ödül aslında sizin hakkınız. O muhteşem plağı yapmasaydınız, bu ödülü vermezlerdi kitaba" dedim. Bana dönüp, "Siz bu kitabı yazmasaydınız, ben o plağı yapamazdım" dedi. Benim için en büyük armağandı.
İtiraf ediyorum: Benim için en büyük ödül, Leyla Gencer'i yakından tanımak, onunla birlikte olmak; yaşamıma girmiş olmasıdır.
2 0 1 5
KÜLTÜR EVRENİ 2015
Kültür Evreni – Universe Culture – Мир КультурыYıl – Year – Год 2015 / Sayı – Number – Число 23 TÜRK OPERA SANATÇISI LEYLA GENCER YORUMUNDA KADIN KARAKTERLERİN ÖZELLİKLERİ FEATURES OF INTERPRETATION OF FEMALE IMAGES TURKISH OPERA SINGER LEYLA GENCER ON THE EXAMPLE OF GAETANO DONIZETTI’S OPERA “LUCIA DI LAMMERMOOR” ОСОБЕННОСТИ ИНТЕРПРЕТАЦИИ ЖЕНСКИХ ОБРАЗОВ ТУРЕЦКОЙ ОПЕРНОЙ ПЕВИЦЫ ЛЕЙЛЫ ГЕНДЖЕР НА ПРИМЕРЕ ОПЕРЫ ГАЕТАНО ДОНИЦЕТТИ «ЛУЧИЯ ДИ ЛАММЕРМУР» Osman ÖZEL* ÖzLeyla Gencer XX yüzyıl vokal kültürünün büyük ustaları ile ismi beraber anılan ünlü opera sanatçısıdır. «Lucia di Lammermoor» İtalyan besteci, belcanto döneminin büyük bir ustası olan Gaetano Donizetti'nin operasıdır. Leyla Gencer tarafından yorumlanan çeşitli karakterler içinden neden yazarın bu opera ve bu partinin analiz için seçtiği sorusu ilk olarak, bu partinin koloratür soprano için yazılmış olması ve Leonora ("Il Trovatore" Verdi) partisinden temelden farklılık göstermesiyle cevaplandırılabilir. İkinci bir taraftan, “Lucia Di Lammermoor” belcanto dönemi operasıdır, ayrıca Leyla Gencer (Callas gibi), bu türde olağanüstü performans göstermiştir. İlâveten Gencer de Callas gibi Donizetti'nin yıllarca opera tiyatrolarında sahnelenmeyen sadece bir operasını değil, başka operalarını da “canlandırmıştır”. Üçüncü taraftan ise, çalışmada Callas’ın da bu partide başarılı bir performans gerçekleştirdiği göz önünde bulundurularak Gencer’le aradaki farkı incelenmiştir. Gencer, vokal ve sahne ustalığı konusunda Yunan opera sanatçısından hiç de geri kalmamıştır. Günümüzde gerçekten vokal ustalarının çok fazla olmadığı bir çağda, Leyla Gencer’in bir opera sanatçısı olarak, tüm yetenek ve parlak tekniği takdir edilmektedir. AbstractLeyla Gencer-The outstanding singer, whose name costs in the same row with great masters of vocal culture of the XX century. “Lucia Di Lammermoor”-the opera of the Italian composer, outstanding master of an era of belcanto Gaetano Donizzeti. Answering the question, why the author chose this opera and this party for the analysis from all variety of the images embodied by great Leyla Gencer, it would be desirable to tell that, first, this party is written for a coloratura soprano and differs radically from the same Leonora’s party (Verdi “Il Trovatore”) which we considered earlier. Secondly, Lucia Di Lammermoor as we already noted, the opera of an era of belcanto and as we already know, Leyla Gencer (as well as Callas) was considered as one of outstanding performers in this genre and, as well as Callas "reanimated" not one opera of Donizzeti which to them weren't put many years on scenes of opera theatres. Well, and thirdly, in this party also with success Callas acted and we once again will be able to draw parallels, and perhaps again be convinced that Gencer didn't concede in anything in vocal and scenic skill to the Greek prima donna. There is a wish to note that now when on an opera scene there are a lot of experiments (by the way, not always successful) when vocal skill is on the second plan, and really masters of vocal art of unit, right now we can estimate all talent and brilliant technique of such singer as Leyla Gencer. Keywords: Opera, Artist, Female character, Comment, Features, Singer РезюмеЛейла Генчер – выдающаяся певица, имя которой стоит в одном ряду с великими мастерами вокальной культуры XX века. «Lucia di Lammermoor» – опера итальянского композитора, выдающегося мастера эпохи belcanto Гаетано Доницетти. Отвечая на вопрос, почему именно эту оперу и эту партию автор выбрал для анализа из всего многообразия образов, воплощенных великой Лейлой Генчер, хотелось бы сказать, что, во-первых, эта партия написана для колоратурного сопрано и в корне отличается от партии той же Леоноры ("Il Trovatore "Verdi), которую мы рассматривали ранее. Во-вторых, Lucia Di Lammermur, как мы уже отмечали, опера эпохи belcanto, а как мы уже знаем, Лейла Генчер (как и Каллас) считалась одной из выдающихся исполнительниц в этом жанре и, как и Каллас "реанимировала" не одну оперу Дониццети, которые до них уже много лет не ставились на сценах оперных театров. Ну, и в-третьих, в этой партии так же с успехом выступала Каллас и мы еще раз сможем провести параллели, и возможно снова убедиться в том, что в вокальном и сценическом мастерстве Генчер ни в чем не уступала греческой примадонне, а может даже в чем то и превосходила ее. Хочется отметить, что сейчас, когда на оперной сцене так много экспериментов (кстати, не всегда удачных), когда вокальное мастерство находится на втором плане, и по-настоящему мастеров вокального искусства единицы, именно сейчас мы можем оценить весь талант и блестящую технику такой певицы как Лейла Генчер. Ключевые слова: опера, исполнитель, Женские персонажи, комментарий, Особенности «Lucia di Lammermoor» İtalyan besteci, belcanto döneminin büyük bir ustası olan Gaetano Donizetti'nin operasıdır. Leyla Gencer tarafından yorumlanan çeşitli karakterler içinden neden arandırmacının bu opera ve bu partinin analiz için seçtiği sorusu ilk olarak, bu partinin koloratür soprano için yazılmış olması ve Leonora ("Il Trovatore" Verdi) partisinden temelden farklılık göstermesiyle cevaplandırılabilir. İkinci bir taraftan, “Lucia Di Lammermoor” belcanto dönemi operasıdır, ayrıca Leyla Gencer (Callas gibi), bu türde olağanüstü performans göstermiştir. İlâveten Gencer de Callas gibi Donizetti'nin yıllarca opera tiyatrolarında sahnelenmeyen sadece bir operasını değil, başka operalarını da “canlandırmıştır”. Üçüncü taraftan ise, çalışmada Callas’ın da bu partide başarılı bir performans gerçekleştirdiği göz önünde bulundurularak Gencer’le aradaki farkı incelenmiştir. Gencer, vokal ve sahne ustalığı konusunda Yunan opera sanatçısından hiç de geri kalmamıştır. Günümüzde gerçekten vokal ustalarının çok fazla olmadığı bir çağda, Leyla Gencer’in bir opera sanatçısı olarak, tüm yetenek ve parlak tekniği takdir edilmektedir. Bilindiği gibi, Leonora’nın partisi lirik-dramatik soprano için tasarlanmıştır. Ve bu rolün icrası için sadece kafa sesi değil, aynı zamanda göğüs sesi ile dolu parlak, gür, koyu bir ses gerekmektedir. Türk opera sanatçısı bu görevi başarıyla yerine getirmiş, ustalıkla kahramanının lirik karakterini dramatik coşku ile birleştirmiştir. Sanatçının partini tamamen farklı bir tarzda, farklı bir ses rengi, diğer bir yaklaşımla gerçekleştirmesi gerekiyordu. Bu partiyi Donizetti, İtalyan sanatçı Fanny Tacchinardi Persiani için özellikle yazmıştı. Ayrıca parti yüksek hafif ses için düşünülmüştü. Ne yazık ki çalışmanın yazarı Gaetano Donizetti ve Vincenzo Bellini operalarının ilk yorumcusu olan bu ünlü sanatçı hakkında müzik ansiklopedisinde birkaç satır bulabilmiştir (1973-1982 baskısı). "Persiani Fanny (kızlık soyadı Tacchinardi, 4 Ekim 1812, Roma- 3 Mayıs 1867, Paris) İtalyan (koloratur soprano) vokal sanatçısıdır. Besteci G. Persiani’nin eşi (11 operanın yazarı) olan sanatçı, babası N. Tacchinardi’den (tenor) ders almıştır. Ayrıca sanatçı 11 yaşından itibaren babasının gözetiminde ve ona ait olan tiyatro stüdyosunda sahne kariyerine başlamıştır. O, Livorno’da 1832 yılında ilk kez sahne almıştı. Sanatçı İtalya'nın çeşitli kentlerinde, daha sonra Viyana'da, Londra'da sahne almıştır (1837-49). Sanatçı, Hollanda, Rusya (Adina’nın partisi – “L'elisir d'amore" 1851 St. Petersburg) turnelerine katılmıştır. 1858 yılından bu yana sık sık İtalya’ya gitmesine rağmen, Paris'te yaşamıştır. İtalyan repertuarında (ağırlıklı olarak, Bellini opera rolleri ile) önem kazanmıştır. Persiani, Donizetti’nin kendisi için özel yazdığı (1835, Neapol) Lucia rolünün ilk icracısı olmuştur. En iyi partileri arasında – Amina («La Somnambulla» Bellini), Carolina («The Clandestine Marriage» Domenico Cimarosa) partileri yer almıştır. Sanatçı saf ve çok tiz bir sese sahip olmuş, şık, ince performansı ile karakterize olunan, ancak bir az soğuk yorumu ile farklılık göstermiştir. Jürgen Kesting’in "Maria Callas” kitabına yönelik sanatçı hakkında birkaç satır söylenebilir. “Donizetti operasının başrolde Fanny Persiany ile prömiyeri, 26 Eylül 1835 tarihinde “San Carlo " Napoliten tiyatrosunda gerçekleştirilmiştir. Şan öğretmeninin kızı olan, "Küçük Pasta" lakabı kazanan Persiani, (başka bir büyük sanatçı – Bellini’nin “Norma", "La Somnambula” operalarında rollerin ilk icracısı Giuditta Pasta’dan bahsediliyor) beşli aralığında iki oktav diyapozonlu (üçüncü oktavın “fa” sesine kadar), saf nazik ve iyi modüle edilmiş sese sahip idi. Donizetti, sanatçı hakkında şunu söylemiştir; “Trillerin kusurlarına rağmen onun tekniği çok dakik, muhteşemdi”. Sanatçının sesi Pasta’nın zengin ses rengine yoksun kalsa bile, virtüöz yorumu ile dikkat çekmiştir. Narin görünümü sayesinde sanatçı sanki erken Romantizm partileri, “melek sevgili” rolleri için yaratılmıştı. İşte bizim sanatçı hakkında sahip olduğumuz tüm bilgiler bunlardan oluşmaktadır. Tüm belirtilenlerden sanatçının tiz, hafif ve hareketli sese sahip olduğu görülmektedir. Opera tarihinden bilindiği gibi Goaccino Rossini’ye kadar opera-seria türü var olmuştur. Opera-seria – ciddi opera – İtalyan operası türü olup, XVII. yüzyılın sonunda Napoliten opera okulu bestecilerinin eserlerinde ortaya çıkmıştır. Opera –seria türü kahramanca ve mitolojik ya da efsanevi tarihsel öyküye dayalı olmuştur. Müzikte solistlerin resitatifleri ve büyük virtüöz ariyaları hâkim olmuştur. Fakat Rossini, tüm Avrupa’yı fetheden en ünlü opera türü olan opera seria türünün neredeyse bir buçuk yüzyıllık tarihini tamamlamış ve yerini Romantik dönemin kahramanca ve vatansever operasına devreden yeni operaya yol açmıştır. İtalyan milli geleneklerin varisi olan bestecinin ana gücü, melodilerin büyüleyici, parlak, virtüöz olarak tükenmez yaratıcılığıdır. Rossini, İtalya’nın müziğinde parlak XIX. yüzyılı açmıştır. Onun yolunu büyük opera yaratıcıları izlemiştir: Bellini, Donizetti, Verdi, Puccini sırasıyla İtalyan operasının dünya şöhretini birbirine sanki devretmişler. Opera tarihinden bahsedilse de yorumun başlıca biçimini özellikle belirtmek gerekiyor. Rossini, ondan sonra Donizetti ve Bellini operalarını yeni tarzda, yeni türde bestelemelerine rağmen yaratıcılıklarında partilerin virtüözlüğünü yine de korumuşlar. Özellikle, soprano için bestelenmiş ariyalar koloratür pasajlar ve aşırı-yüksek notalarla zenginleştirilmiştir. Rossini’nin "Semiramide"den Semiramida, Bellini’nin "I puritani"den Elvira ve nihayet, Donizetti’nin Lucia partisini hatırlatmakla yetinebiliriz. Yukarıda söylenenlerden bellidir ki, Leyla Gencer'in sesi bu parti için uygun değildir. Opera sanatçısının kronolojisini inceleyerek şuna dikkati çekmek istiyoruz. Sanatçının konser yaratıcılığını, onun yorumladığı aryaları takip ettiğimiz zaman, biz bu partilerin merkezi soprano için olduğunu görebiliyoruz. Ayrıca burada verismo operalarına cazibe de kendini belli ediyor. Örneğin, Gencer, 10 Mart 1948 yılında İstanbul konserinde Puccini’nin "Vissi d'arte"den Tosca’nın aryasını icra etmişti. Aynı yılın temmuz ayında ise sanatçı R. Wagner’den Elsa’nın aryasını yorumlamış, onun 11 Kasım konser repertuarında ise Aida, Tosca, Elsa partileri yer almıştı. Bilindiği gibi Gencer’in ilk performansı "Cavalleria rusticana" operasında gerçekleşmişti. Bu partiyi bazen mezzo-soprano da icra ediyordu. Örneğin, Elena Obraztsova bu sanatçılardan biriydi. 1955 yılına kadar Gencer’in repertuarında sadece soprano spinto partileri olan operalar; "Tosca", "Madama Butterfly" Puccini, Tchaikovsky "Eugene Onegin" ve hatta XX. Yüzyıl Amerikan besteci G.Menotti "The Consul" yer almıştı. 1952 yılında Gencer, Ankara’da Mozart’ın "Cosi fan tutte" operasında Fiordiligi partisini icra etmişti. Tabii ki, bu partinin icrası ustalık gerektirir. Ama aynı zamanda Fiordiligi partisini dramatik soprano ve hatta bazen mezzo- soprano olan sanatçılar da yorumluyordular. Örneğin, bunların arasında Teresa Berganza veya çağdaş mezzo-soprano Elina Garancada da vardı. Bunun mantıklı olduğu söylenebilir, çünkü operanın birinci bölümünden (perde) "Come scoglio" aryasının diyapazonuna dikkat edersek, ezginin aşağı doğru hareket ettiğini ve iyi bir göğüs-rezonansı gerektirdiğini görebiliriz. Tabii ki, aryanın diyapazonunda yüksek, fakat ikinci oktavın sınırını aşmayan notalar da vardır. Olağanüstü soprano sanatçıları olan Leontyne Price, Rene Fleming, Elisabeth Schwarzkopf vb. divalardan bu aryayı dinledikten sonra araştırmada kafa rezonansından göğse geçişin hatta bu sanatçıların tarafından da sorunsuz, mükemmel yorumlanmadığı kanaatine varılıyor. Bu arya mezzo-soprano olan sanatçılar tarafından çok daha inandırıcı yorumlanıyor. Ne yazık ki Leyla Gencer’in "Come scoglio" yorumu bulunamamıştır, bu yüzden Türk divasının nasıl bir yorum gerçekleştirdiğini söylemekte çok zorlanıyoruz. Leyla Gencer’in performans kronolojisine dönersek, sanatçının repertuarında hafif soprano için birinci partinin yalnız onun sanatsal kariyerinden 9 yıl sonra yer aldığını görebiliriz. 16 Şubat 1955 yılında ise sanatçı, Verdi’nin “Traviata” operasındaki Violetta partisi ile ilk performansını sergiliyor. Aslında bu parti de hafif soprano partilerine ait edilemez. Çünkü sadece birinci bölümden “E strano! Ah, forse e lui... Follie! Sempre libera” aryasında birkaç pasaj ve tiz notaların, hatta üçüncü oktavın “mi bemol” sesinin yer alması besteci tarafından bile düşünülmemiştir. Tüm parti kolay soprano tessitura için yazılmıştır. Büyük olasılıkla Violetta’nın partisinin sadece koloratür soprano için yazıldığını söylemek yanlış olur. Ama Lucia partisi hakkında bunlar söylenebilir. İlk aryadan son aryaya kadar delilik sahneleri koloratürler, triller, tiz notalarla zenginleştirilmiştir. Birinci aryayı, bariton ile düeti, tenor ile düeti, toplu performansları, operanın sonunda üçüncü oktavın eklenmiş 3 tane “mi bemol” notalarını, daha sonra arya ve cabaletta arasında yer alan kadansı icra ederken başta flütün seslendirdiği ezgiyi tekrarlamak büyük bir beceri gerektirir. Artık “Traviata”da kendini kanıtlayan Leyla Gencer için hiçbir teknik engelin olmadığı görülüyor. Sanatçı 1956 yılında Lucia partisine hazırlanıyor ve aynı yılın Eylül ayında San Francisco, Amerika Birleşik Devletleri’nin War Memorial Opera Hous tiyatrosunun sahnesinde yer alıyor. Aynı yılın temmuz ayında ise Gencer, Verdi’nin dramatik soprano için "La forza del destino" Leonora rolü ile performansını sergiliyor. Gencer’in "Lucia di Lammermoor"da ilk performansından önceki repertuarını hatırlarsak, doğuştan farklı sese sahip birinin tiz partiyi ideal teknik ve en yüksek ustalıkla yorumlamasını hayal etmek bile imkânsız olurdu. Ama Türk divası boşuna la soprano absoluta unvanını almamıştır ve onun 1957 yılında “canlı” gösterisini dinledikçe sanatçının sadece sesinin absoluta olması değil, aynı zamanda onun vokal tekniğinin de muhteşemliğini görebiliyoruz. Ne yazık ki daha önce de denildiği gibi Leyla Gencer’in stüdyoda ses kayıtları gerçekleştirilmemiştir. Onun ancak “canlı” gösterilerinden korsan kayıtları mevcuttur. Lakin sırf bu “canlı” kayıtlara göre sanatçının performansını değerlendirdiğimize de şükretmeliyiz. Hatta biz bu kayıtları izlerken sanatçının daha canlı, daha doğal icrasını görebiliyoruz. Çünkü operaların kayıtları zamanı aynı epizodun birkaç defa kayıt altına alınması canlı performansın yerini vermiyor ve sanki seyirci evde televizyondan operayı izleme duygusunu yaşıyor. Leyla Gencer’in Lucia partisinin analizine geçmeden önce operanın oluşum tarihine dönelim. Hatta operanın Romantizm dönemine has olan öyküsü, örneğin, Bellini’nin "I puritani" operasına benzer öyküsü üzerinde durmak istiyoruz. Donizzeti’nin müzik ve şiir dünyasını anlamak için o dönemin müzik tarihi, bestecinin hayat ve yaratıcılığı ile tanışmak gerekir. O dönemin İtalyan bestecileri iki “ateş” arasında kalmıştılar. Bir tarafta müzisyenlerden kolay hafızalarda kalan ezgileri, parlak aryaları, ezgisel düetleri, terzet ve kuartetleri talep eden Avrupa halkı, öbürü tarafta ise yorumcular var idi. «The Bride of Lammermoor» veya «Lucia di Lammermoor», Donizetti işlenmesinde operada sahnelendi. O zamana kadar W. Scott’un şöhret ve başarısı zayıflamıştı. Ancak onun Donizetti’nin müziğinden esinlenen romanı tüm dünyayı büyük zaferle dolaştı. Hatta günümüzde bile eser, opera tiyatrolarının repertuarında en popüler operalardan biri olarak kalmaktadır. Operanın kısa özeti aşağıda yer almaktadır:Kaptan Norman görev yerlerini düzenler. Papaz Raymond ile şatonun sahibi Lord Ashton görünüyor. Norman, Ashton’a bahçede kız kardeşinin gizlice sülalesinin can düşmanı olan Edgar Ravenswood ile görüştüğünü söylüyor. Henry öfke içindedir. O kız kardeşinin zengin Lord Arthur’la evleneceğine söz vermiştir. Kız kardeşinin avantajlı evliliği onun hayal kırıklığına uğramış işlerini düzene sokmasına izin verecektir. Raymond, gayretle Ashton’u sakinleştirmeye çalışır. O Lord Arthur’un kız kardeşi ile evliliğine ulaşmak için her şey yapmaya hazırdır. II. Sahne. Şatonun Lammermoor parkı.Parlak aylı gecede Lucia şatodan kız arkadaşı Alice ile çıkıyor. O kalbinin sırrını arkadaşına açıyor. Ağır bir kötülüğü sezen Lucia’nın ruhu kararır – o gelecek mutluluğuna inanmıyor. Edgar’ın gelişi Lucia’yı yatıştırır, ama uzun süreliğine değil. O sevgilisine veda etmeğe gelmiş. O Fransa'ya büyükelçi olarak atanmış ve ayrılmak zorunda kalmıştır. Edgar, Lucia’dan onu unutmamayı ister. İkinci bölüm. Evlilik sözleşmesi. II. Perde.Birinci Sahne. Lord Ashton’un odası. Henry Ashton, sadık Norman ile Lucia’nın Lord Arthur’la yaklaşan düğününü konuşuyor. Kız kardeşini Edgar’dan vazgeçmeğe ikna etmek için Ashton, Edgar’ın hayali yeni sevgilisi için sahte mektup yazıyor. Lucia geliyor. Henry, onu Arthur’la evlenmeğe ikna etmek için tüm argümanları açıyor, ama Lucia kararlıdır. Sonra Henry ona Edgar’ın ihanetine tanıklık yapan bir mektup gösterir. Lucia umutsuzluk içindedir – o artık yaşamak istemiyor. Papaz Raymond gelir, Lucia’yı teselli edip, durumu kabul etmesini önerir. Lucia, Lord Arthur’la evlenmeyi kabul eder. İkinciSahne. Şatonun büyük salonu. Evlilik sözleşmesinin imzalandığı gün geliyor. Henry ve Arthur memnunlar. Ashton mali işlerini iyileştirecek, Lord Arthur ise Lammermoor'un birinci güzelini eş olarak alacaktır. Lucia görünür. O üzüntü içindedir. Ashton, kız kardeşine üzüntüsünün yakın zamanda ölen annesi ile ilgili olduğunu açıklar. Arthur ve Lucia evlilik sözleşmesini imzalarlar. Bu aşamada Edgar gelir. Ama o çok geç gelir – evlilik sonucuna varmıştır. Edgar Lucia’yı ihanetle suçluyor ve Lucia ve Pastor Raymond’un herhangi bir açıklamasını dinlemek istemiyor ve Lucia’nın ayakları altına bağışladığı yüzüğünü atarak, Lammermoor'ların tüm sülalesiyle onu lanetler. III Perde. Birinci Sahne. Edgar’ın Ravenswood Şatosunda odası.Karanlık düşüncelere dalan Edgar kendi şatosundadır. Pencereden korkunç fırtına görünüyor. Henry geliyor. О Edgar’ı düelloya çağırıyor. Yarın sabah onlardan biri hayata veda edecektir. İkinci Sahne. Lammermoor şatosunun salonu.Düğün tüm hızıyla devam ediyor. Gençleri yatak odasına göndermişler, misafirler eğleniyorlar. Aniden Pastor Raymond gelir. O dehşet içinde Lucia’nın eşini öldürdüğünü söylüyor. Kanlı elbise içinde Lucia geliyor. O aklını kaybetmiştir. Lucia, Edgar’ın eşi olduğunu zannediyor. O abisi ve Pastoru bile tanımıyor. Şaşkın misafirlerin gözleri karşısında Lucia düşüyor. O ölmüştür. Üçüncü Sahne. Lammermoor'da park mezar.Sabah erkenden Edgar rakibi Henry’yi bekliyor. Bu zaman üzüntülü koro sesleri duyuluyor. Bir cenaze telaşı var. Pastor Raymond Edgar’a Lucia’nın öldüğünü haber veriyor. Sevgilisini ölümünü öğrenince Edgar intihar ediyor. Operanın öyküsü gerçekten de dramma tragico’dur. (Trajedi dram). Müzik romantik unsurlarla zengindir. Melodi sıcaklığı ve elastikliği ile farklılık gösteriyor. Müziğe vokal başlangıç hakimdir. Örneğin, Lucia’nın aryası virtüöz kolorotür icrası ile dikkati çekiyor. Opera sanatçısının sesi flütle yarışıyor. Lucia’nın aryası izleyiciler arasında büyük popülerlik kazanmıştır. Operada yüksek dramatik sayfalar fazladır. Arasında birinci sahnenin ikinci perdesinden Lucia ve Edgar’ın nikah düosu, İtalyan operasında meşhur toplu icralardan biridir. Evet, Lucia arkadaşı Alice ile gelir. Burada "Ancor non giunse!" resitatifi, devamında ise koloratür soprano için meşhur arya "Regnava nel silenzio" icra olunuyor. Leyla Gencer’in bu partisini dinlemek çok ilginçtir. Resitatifte onun sesi çok güçlü, yalnız biraz serttir. Bu ses ne hacmini ne de gürlüğünü kaybetmiyor, bu başka bir ses – saf meleğin sesidir. Gencer, burada sesini hafifletir ve aydınlatır. Biz şunu da belirtmeliğiz ki, Gencer genellikle göğüs sesini kullanmıyor, tüm aşağı notaları sanatçı kafa sesiyle yorumluyor. Bu aşamada sanatçının kullandığı tekniği söylemek istiyoruz. Tiz notaları yorumlamak için Gencer’in kullandığı teknik; ilk olarak kadansta "...ecco su quel margine..." sözlerinden sonra ikinci oktavın “si bemol” notasıyla bağlantılıdır. Gencer ikinci oktavın “sol” notasından destek alarak “si bemol”a çıkıyor, burada forte nüansının gerçekleştirilmesi beklenirken, sanatçı piano nüansını uyguluyor ve ses sanki hala havada asılı olarak kalıyor. Araştırmacıya göre bu yöntem erken koloratür yorumcularından Totti del Monte veya Amelita Galli-Curci gibi sanatçılara mahsustur. Birkaç kelime de Lauri Volpi’nin “Vokal Paralellikler" kitabından alıntıları dikkate sunuyoruz: “Şan eğitimi o zaman görevini yerine getirmiş oluyor ki, yorumcu kendi sesine hâkim olup, kendi sesini biçimlendirmeği başarabilsin. Aynı zamanda insan sesinin üç registerini kapsayan iki oktav diyapazonunu elde edebilsin. Hatırladığımız gibi, Lauri Volpi Callas’ın sesi hakkında; “üç ses bir arada” demiştir. Verdi ve Wagner operalarının ortaya çıkmasıyla bu görüş gelişimini buluyor. Yeni repertuarlarla sanatçılar kendi becerilerini sergilemeye daha çok fırsat buluyorlar. Bunlar resitatiflere daha dakik ve sıcaklık getiren yöntemlerin oluşturulmasıydı. Lakin zaman içinde zevkler değişiyor ve şan eğitimcileri artık geniş, ihtiraslı yorum yerine, daha aşırı sözlü anlatımcılık aramak mecburiyetinde kalıyorlar. “Konuşarak söyleme” yöntemi öğle bir duruma geliyor ki, sanatçılar artık operanın temel kurallarını bile unutuyorlar. Bununla ilgili Berlioz’un söylediklerini hatırlayalım; besteci ünlü "Les Huguenots" operasının beşinci perdesinde Devereux’un kendi tarzıyla yaptığı konuşma eklerini dinlemekten vazgeçerek, arkadaşlarına “Operada konuşmak – trajedide söylemekten bin kat daha kötüdür " demiştir. Tüm şan okulları formun büyüklüğü, tarzın saflığına can atıyor. Bunların tüm dönemlerde, eğitimin temellerinde yer alması gerekiyor. Ne yazık ki dramatik okuma kültürü, vokal söylemeyi yavaş yavaş orkestranın gürültüsü eşliğinde tamamen sözel egzersizine dönüştürmüştür. Orkestra enstrümanlarının agresif icrasına karşılık olarak vokal yorumcusu içgüdüsel olarak, sesinin gücünü artırmak istiyor. Bu zaman yorumcu göğüs resonatöre aşırı geliştirerek, birkaç yıl içerisinde tamamen solunum sistemini tahrip ediyor. Bu da gerek ses kalitesinde gerekse de sıhhatde felaket etkisini gösteriyor. Bir daha elbette, Maria Callas ve Di Stefano’nun belcanto ustaları olduğu belirtilmelidir. Bizim bu görüşe karşı çıkma hakkımız yoktur ve kesinlikle bu görüşe katılıyoruz, lakin onları özellikle Gencer ve Giancinto Prandelli düosu ile kıyasladığımız zaman bazı kusurların olduğunu da söylemeliyiz. Belki de Gencer ve Giancinto Prandelli düosu Callas ve Di Stefano gibi mükemmel değil, ama biz onların yorumunda asıl belcanto icrayı duyabiliyoruz. Günümüzde gerçekten de vokal ustalarının çok fazla olmadığı bir çağda, Leyla Gencer’in bir opera sanatçısı olarak, tüm yetenek ve parlak tekniği takdir edilmektedir.
KAYNAKÇA
1. C.Lauri-Volpi. "Вокальные параллели".
Leninqrad, "Музыка", 1972
2. “Leyla Gencer” Zeynep Oral – T.C.Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları 319 s
3. Leyla Gencer: romanzo vero di una primadonna Franca
Cella CGS Ed., 1986 – 546 sayfa 2009 1. Baskı
4. 100 Opera Faruk Yener Baskı Tarihi 1Ağustos 1992
İstanbul Bateş Yayınları
5. Zeynep Oral (2008) Leyla Gencer A- story of
passion’’İstanbul Foundation for cultere and Arts 304 sayfa
6. Junger Kesting "Mariya Callas" (Yayın
evi: Northeastern 1. Basım 15 Kasım 1993 Cilt 456 Sayfa Yazar: Jurgen Kesting
7. Aleksey Buligin "Принц в стране чудес: Франко
Корелли и оперное искусство его времени"
8. Франко Корелли и оперное искусство его времени.
Портрет мастера. Москва, 2003. ББК 85.31 Б908
9. Lauri-Volpi "Вокальные параллели" (Jakomo
Voci Parallele Garzanti 1955 ISBN 7093
10. http://www.operanews.ru/muti1.html 20:26
2010/06/06
11. "Biz rutin tahammül edemez- Giuseppe
Verdi Hakkında" makalesinden
12. Opera hakkında, hayat hakkında, kendiniz
hakkında Riccardo Muti
* Üzeyir Hacıbekov adına Musiki Konservatuvarı doktora öğrencisi. Bakü/AZERBAYCAN
CUMHURİYET MAGAZINE2015.03.09
TARİH MAGAZINE
2015 May
ZEYNEP ORAL
"DIVA TURCA" LEYLA GENCER
Türkiye'de doğdu
La Scala'da taht kurdu
Opera geleneği olmayan Türkiye'den
gitti, bu türün mabedinin kutsal sesi oldu. Genç bir soprano olarak geldiği La
Scala'da 50 yıl zirvede kaldı. Bundan yedi yıl önce yine bir mayıs günü
aramızdan ayrılan Leyla Gencer adını müzik ansiklopedilerine, "Diva
Turca" lakabını opera tarihine yazdırdı.
"Sahnede senin hissettiklerini seyirci de hissettiği an,
müthiş bir bütünlük, kimsenin koparamayacağı bir bağ oluşur. Buna artık zevk,
sevinç falan denmez. Bu bir ayindir."
10 Mayıs
2008... O akşam Milano'nun La Scala Tiyatrosu'nda Şef Lorin Maazel'in
yönetiminde "1984" adlı operanın temsili var... Temsil başlamadan
önce Maestro Lorin Maazel, ağır ağır sahneye çıktı ve acı haberi verdi:
"Bugün eşsiz Diva Leyla Gencer'i yitirdik". Yaşlı şef, konuşmasını,
"Burası, La Scala onun evi, yuvasıydı" diye bitirince, orkestra ve
tüm dinleyiciler ayağa kalktı. Başlar eğik, gözyaşları arasında, Leyla Gencer
için saygı duruşu yapıldı.
Sonra,
Maestro sahneden indi, orkestra çukurundaki yerini aldı. İşretiyle birlikte
müzik başladı ve temsil devam etti. Ertesi gün bir başka büyük Şef, Maestro
Claudio Abbado'nun şu sözleri dünya basınına yansıyacaktı: "Çağımızın son
Divası Leyla Gencer 'i yitirdik.
Bir
peri masalı mı desem? Bir mucize mi? Yoksa kendisinin her fırsatta vurguladığı
ve altını çizdiği gibi: Şans, kader, kısmet mi? Bunları soruyorum, çünkü Leyla
Gencer, Türkiye gibi opera geleneği hiç ama hiç olmayan bir ülkeden yola çıktı
ve opera geleneğinin, opera sanatının en derinlere kök saldığı, en popüler
olduğu ülkede, İtalya'da, üstelik dünyanın opera mabedi sayılan La Scala'da
taht kurdu! 50 Yıl boyunca bu mabette önce genç bir soprano, sonra Diva, sonra
da La Scala Akademisinde Hoca ve yönetici olarak hükümranlığını sürdürdü. Bununla
yetinmeyip bir "ekol", bir okul, bir referans oluşturdu. Kaybolmaya
yüz tutmuş, o olmasaydı, çoktan unutulmuş olacak, birçok opera eserini,
geçmişin tozlu karanlığından o bulup çıkardı ve opera repertuarına
kazandırdı...
Kitaplarda,
müzik ansiklopedilerinde "Donizetti Rönesansı", "Rossini
Rönesansı" maddelerinin yanına onun adı yazıldı...
Kimilerine
göre "güzel dahi olmayan" ancak lirik sopranodan dramatik koloratura
uzanan çok geniş bir yelpazeye yayılan sesiyle 73 rolün kahramanı, yıldızı oldu.
Dönemin Divaları arasında bunca geniş repertuarla adeta rekor kırdı.
Uzun
yıllar boyunca İtalyanlara Mozart operalarını sevdiren; Almanya'da İtalyan
operasını temsil eden oldu.
Uzmanların,
meraklıların elden ele dolaştırdığı, bir zamanlar çoğu kaçak ya da "korsan
kayıt" olan CD ve plaklardan dolayı ve ünlendiği kraliçe rolleri nedeniyle
"Korsanlar Kraliçesi" diye anıldı...
Kayıt
stüdyolarına neredeyse hiç girmedi ama bugün artık kaçak değil
"legal" sayılan ve plak endüstrisinde yer alan 200 kadar kaydıyla
hayatımızı zenginleştirmeyi sürdürüyor... Pek çok ülkeden sayısız ödüller,
nişanlar aldı... Birçok kent. Birçok sanat kurumu, kendisine "Altın
Anahtar" teslim etti... Kimi ülkeler, her seferinde geri çevireceği,
"vatandaşlık" teklifinde bulundu... Ama o yaşamı boyunca "Ben
Anadoluluyum" deyip, tek pasaporta, sadece Türk pasaportuna sahip oldu.
Temsillerden önce asabileşerek, öfkelenerek içindeki ateşi tutuşturuyordu.
O ateş bir kez tutuştu mu, sahnede volkan gibi patlıyor, fırtına gibi esiyordu.
İstanbul'dan
yola çıkıp, Milano'da ve dünyanın belli başlı müzik merkezlerinde taçlanan
eşsiz serüveniyle muhteşem bir örnek oluşturdu.
Opera
tarihine geçti... Peki nasıl oldu bütün bunlar?
"Nasıl
oldu bütün bunlar? "Bu sorunun yanıtını öğrenmek için yıllarca Leyla
Gencer'in peşinden koştum. Sonunda onu ikna ettim. Dört yıl süren bir
çalışmadan sonra ve Milano-İstanbul hattında, abla-kardeş, anne-kız, iki dost
ilişkilerinden geçerek, "Tutkunun Romanı” kitabımı yazdım. 300 Küsur
sayfada vermeye çalıştığım bu sorunun yanıtını, şimdi sizlere birkaç paragrafta
toparlayayım:
Leyla
Gencer'e bakacak olsaydık "Her şey kendiliğinden oldu. Hepsi şans, kader, kısmet”
... O hiçbir şey yapmadı!
Ondan
o kadar çok duydum ki bu sözleri: "Ben hiçbir şey yapmadım ki...Ben bir
tek ağzımı açıp şarkı söyledim... Öyle büyütecek bir şey yok... Kısmet, şans...
Beni sevdiler, hepsi bu." Elbet doğru değil.
Başlangıçta
sadece tutkusu vardı.
Tutkusu,
var olma nedeni, şarkı söylemek, opera ve müzik dünyasının bir parçası
olmaktı... İnatla, inançla, ama en çok, en çok, aşkla tutkusunun peşinden
koştu: Daha konservatuara girdiğinde kararını vermişti: "Günün birinde ya
Scala'da söylerim ya da bu işi bırakırım!" demişti.
Cesaretli
ve sonsuz azimliydi: Daha İstanbul Konservatuarındayken dönemin en ünlü
sopranosu tatil için İstanbul'a geldiğinde, onu görmeye gidecek ve sesini
dinletecekti. Aida rolüyle ünlenmiş Arangi Lombardi kendisine ne söyleyeceksin
diye sorduğunda hiç korkmadan "Aida'nın aryalarını" diyecek kadar
yürekliydi...
Akıllıydı
be akıllı bilinçli seçimler yaptı: Bu İtalyan hocadan çok şey öğrenebileceğini
anlayınca, gözünü kırpmadan İstanbul Konservatuarını terk edip onun peşinden
Ankara'ya gitti. Gerek Ankara’da gerek ondan sonra da hep en usta hocaları
seçecek, çalışmak istediği maestroları seçecek, söylemek istediği operaları,
rolleri seçecekti...
Pek çok ülkeden sayısız ödül, nişan ve vatandaşlık teklifi aldı.
Ama o yaşamı boyunca "Ben Anadoluluyum" deyip, Türk pasaportuyla
yaşadı.
Mükemmeliyetçiydi:
Sürekli kusursuzluğu aradı. Önce tekniğini geliştirdi. Sonra mükemmel olanın
peşinde koştu. Sahnede yalnız kendisinin değil her şeyin, herkesin mükemmel
olmasını istiyordu.
Çok
çalışkandı: Bu mükemmeliyet uğruna, çalışması, hep çok çalışması... Ses
çalışması, rol ezberlemenin ötesinde bir çalışma... Oynayacağı operanın
tarihteki, coğrafyadaki, edebiyattaki, müzik dünyasındaki yerinden, o dönemin
politikasından, bestecisinin geçirdiği tüm evrelere uzanan çok geniş bir
araştırma, analiz ve sentezden oluşan bir çalışma süreci...
Batı'nın
kültürel birikimiyle, Doğulu köklerini ve geleneklerini bir arada
harmanlaması... Her yoruma, engin kültür birikimini katması... Kolayı değil,
zoru seçmesi... Kimselerin söylemeye cesaret edemediği ya da çoktan unutulmuş,
hiç temsil edilmemiş eserlerin peşine düşmesi... Canlandırdığı karaktere
dramatik boyutlar katması... Oyunculuk yeteneği... Sahne karizması... Müzikle
söz, müzikle anlam arasında gerçekleştirdiği diyalektik ilişki...
Bunlar
başarıya giden yolun taşları... Ama bir de... Bir de ... Bir de... İşte birkaç
örnek: Bir kez sordum Leyla Gencer'e sahnedeyken ne hissediyor diye:
Şöyle
yanıtladı: "Sahneye çıktığın ilk anda, karanlıktan ışığa geçtiğinde,
gerideki her şeyi unutursun. O anda izleyiciyle aranda bir gerilim hissedersin.
Elektrikli bir hava... Seni sınıyorlardır. Senden beklentileri sonsuzdur.
Senden tanrıları yeryüzüne İndirmeni, sahneye getirmeni, her istediklerini
vermeni beklerler. Sen bunu bilirsin... O gerilimi iliklerinde
duyarsın..."
"Sonra
oyununu oynamaya, şarkını söylemeye başlarsın. Artık sesin, senin sesin
değildir. Sesin yalnızca bir araç, bir müzik aletidir. Sen o müzik aletini
eline almış, istediğin gibi kullanıyorsun. Ve o sana itaat etmek zorunda. Artık
sen, sen değil bir başkasısındır, canlandırdığın kişisindir. O başkası,
sensin..."
"Ve
sahnede senin hissettiklerini, seyirci de hissettiği an, senin her söylediğine
seyirci de inandığı an, işte o zaman aranızda müthiş bir bütünlük, kimsenin
koparamayacağı bir bağ oluşur. Ve sen sahnede bu bağı, bu bütünlüğü
hissedersin... İstediklerini vermişsindir. Tanrılar artık sahnededir. Buna
artık zevk, sevinç falan denmez, bu bir ayindir. Bu bir dindir."
Bir
süre durdu ve ekledi: "Sahnede tanrılaşıyordum."
Sahnede
tanrılaşan Leyla Gencer, başkalarıyla da ama en çok kendisiyle yarışmaktan ve
kendisini acımasızca eleştirmekten de hiç ama hiç geri kalmadı:
Mükemmeliyetçiydi, sürekli kusursuzluğu aradı. Sahnede yalnız
kendisinin değil, herkesin, her şeyin kusursuz olmasını istiyordu.
"Benim
en iyi zamanlarım 1957-65 arasındaydı. Bakma bu İtalyanlar 1965’ten sonra beni
yok 'Diva' yok 'Divina' ilan ettiler ve ne yapsam, ağzımı açsam mucize deyip
bayıldılar. Oysa ben biliyorum ki teknik açıdan, vokal açıdan, yorum açısından
1965'e dek en iyiydim. O tarihten sonra biraz abartmaya başladım, yorumlarımda
fazla vurgulamaya gittim. Nedense, İtalyanlar bunu çok sevdiler. Hani hep
söyledikleri 'Gencerate' var ya... Doğrusu ben onları çok doğru bulmuyorum."
Açıklayayım:
"Gencerate" opera terminolojisinde yerini almış olan bir sözcük:
Gencer adından türetilmiş:
"Gencerate"
sanki bir çağrıdır, bir haykırıştır...
Ses,
şarkı söylemeyi sürdürür ve bir an gelir öyle bir doruğa ulaşır ki, sanırsınız
ses haykırışa dönüşecek ama dönüşmez ve şarkı devam eder... Gencerate, çok
patetik bir vurgu, bir abartmadır... Gencerate sese gözyaşlarının
karışmasıdır...
Her
temsil öncesi büyük korku yaşıyordu. Bu korku, kimi kez öyle boyutlara
ulaşıyordu ki, Leyla Gencer'i yatıştırmak olanaksızlaşıyordu. Hasta olduğuna,
sesinin çıkmadığına gerçekten inanıyordu.
Kimi
kez bu sahneler doktorda bitiyordu. Başta Scala'nın yaşlı tonton doktoru olmak
üzere, dünyanın her yerinde opera çevrelerinin doktorları bu tür
"hastalıklara" alışıktılar. Bir buğu tedavisi, bir
"ocaliptol", bir vitamin hapıyla durumu "idare
ediyorlardı."
Ama
bir kez- Scala'da Aida temsilinden önceydi- sesim yok, sesimi kaybettim diye
öylesine kıyameti kopardı ki, doktor tam temsil öncesi yapılması gereken bir
iğne verdi... İğne yapıldı. Ve Harika! Sesi geri gelmişti! Doğrusu bu müthiş
bir ilaçtı! İğne mucizeler yaratmıştı!
Eşi
ve doktoru iğnenin içinde yalnızca saf su olduğunu uzun bir süre kendisine
söyleyemediler! Yalnız öfkesinden korktuklarından değil, yine bu işi çok
abartacak olursa, aynı yola başvurmak için!
Her
temsil günü bir kriz yaşanırdı: Üzerime aldığım pelerin bir rezalet! Nerde
görülmüş böyle pelerin! Ya da: Bu oda temizlenmemiş! Burası toz içinde!
Bilmiyor musunuz ki benim toza alerjim var!
Oysa
herkes, operaların, hele hele Scala'mn tüm çalışanları biliyor Leyla Gencer'in
toza alerjisi olduğunu (gerçekten var mı acaba?) ya da toz gördü mü müthiş
sinirlendiğini. Onun için herkes özel bir titizlik, bir dikkat, bir özen
gösteriyor.
Ya
da: Birinin beş yıl ya da beş gün önce söylediği ya da yaptığı bir şeyle,
havayla, suyla, herhangi bir şeye sinirleniyor. Böyle anlarda onunla
konuşulmuyor... Tam da temsil günü.
"Primadonna
kaprisi" mi? Hayır. Adrenalin gereksinmesi. Bir volkanı tutuşturmak için
gerekli bir ön hazırlık!
Aylar
süren seçimler, tartışmalar, çalışmalar sona ermiş. Biraz sonra perde açılacak!
Perde
açıldıktan sonra volkanın patlaması, fırtınanın kopması gerekiyor.
"Gencerate" opera terminolojisinde Gencer adından
türetilmiş bir sözcüktür. "Gencerate" sanki bir çağrıdır, bir
haykırıştır. "Gencerate" sese gözyaşlarının karışmasıdır.
Volkanın
patlaması için yangının başlaması, kıvılcımların tutuşması gerek. Fırtınanın
kopması için de rüzgârın şiddetlenmesi...
Leyla
Gencer, temsil öncesinde kendini şarj ediyordu.
Olmayacak
şeylerle tutturarak, öfkelenerek, kızarak, çevresindekilerin üzerine yürüyerek
ama en çok için için kendini yiyerek, tansiyonu yükseltiyordu. Buna gereksinimi
vardı:
Önce
kendi içindeki ateşi tutuşturuyordu.
O
ateş bir kez tutuştu mu, sahnede volkan gibi patlıyordu, fırtına gibi esiyordu.
Günün
birinde karar verdi ve sahnelere veda etti: Alkışları, sahneye atılan çiçekleri,
"Brava" haykırışlarını ve bunlarla birlikte bütün o şaşaayı özlemedi
mi?
Hayır,
hiç ama hiç özlemediğine beni inandırdı... Çünkü... "Çünkü: Benim inişe
tahammülüm yok. Mükemmel olmayacaksam sahneye çıkmam dedim... Hem her şeyin bir
zamanı var. Yıllarla ve bütün o stresle ses tellerinin yıpranmaması imkânsız.
Yalnız teknikle, yıllara, doğaya meydan okumak anlamsız... Kimileri bu işi
seksenine kadar sürdürüyor, bir gece iyi, bir gece kötü oluyor. Ama ben buna
izin veremezdim... Hem perde açılıncaya kadar çektiğim o büyük korkuyu, o
stresi, o işkenceyi artık çekemem. Bünye bunları bir yaşa kadar kaldırır. İnsan
durma zamanını da bilmeli..."
Sahnelere
veda ettikten sonra da misyonuna devam etti: "Misyon"...
"Misyonum"... Leyla Gencer'in en çok kullandığı sözcüklerden biri...
O
çok eskiden beri, ta en baştan beri, hayatta bir misyonu olduğuna inandı. Bu
misyon, içindeki müzik sevgisini, şan sevgisini, bu tutkuyu yaymaktı...
16 Mayıs 2008 sabahı bir tekne, Leyla Gencer'in deyişiyle
"Yeryüzünün en güzel şehri İstanbul" dan denize açıldı. Küpeşteden
bırakılan külleri, Boğaz'ın sularını arındırdı.
Ona
biçilmiş bu misyona boyun eğiyor sahneden sahneye, tiyatrodan tiyatroya bu
sevgiyi, bu tutkuyu yaymak için koşuyordu. İnanıyordu ki. Eğer mesleğinde çok
iyi olursa, onu dinleyen İnsanlara iyi duygular, güzellikler verebilir, onları
daha iyi bir insan olmaya yöneltebilir... Bunun için görevini yerine getirmeye
çalışıyor, bunun için kendiyle yarışıyor, bunun için yapabileceğinin hep en
iyisini yapmaya çalışıyordu...
Dünya
sahnelerini fethettiği günlerde bile, minicik bir sesle "Ama benim hep çok
sevilmeye, şımartılmaya ihtiyacım var" diyebilmesi...
"Emperyal",
"Tanrıça", "Diva" halleri ve bunların görkemiyle, sıradan
insan, ama sahici, gerçek bir insan olabilmeyi birleştirebilmesi... Her ortamda
kendine sonsuz güveni ve inancıyla gücünü ortaya koyan; söylediği her sözün
ağırlığını ve sorumluluğunu taşıyan otoriter sanatçı...
Her
temsil, her konser, resital öncesi heyecandan, korkudan yaprak gibi titreyen "çocuk"...
Her
yenilikle gençleşen, dünya politikasıyla ilgilenen, protesto mitinglerine
katılan, başkaldıran "asi genç"...
Tepeden
tırnağa kadınlığına bürünen bu “dişi” ...
Yeryüzünün
belki de en muhteşem ev sahibi... Dostlarına sürekli veren, onlar için
çırpınan, her an yardıma koşmaya hazır eşsiz bir dost...
Bunlar
birbirinden farklı insanlar değil, hepsi bir bütündü.
16
Mayıs 2008 sabahı, bir tekne, Leyla Gencer'in deyişiyle, "Yeryüzünün en
güzel şehri İstanbul'un" içinden Boğaz boyunca süzüldü. Çok değerli bir
emanetimiz vardı. Kendi istemiş, vasiyetini en küçük ayrıntısına dek
hazırlamıştı: Küllerimi Boğaz'ın sularına dökün denmişti.
Teknenin
küpeştesinden külleri, Boğaz'ın sularına bırakmak, Melahat Behlil ve bana
düştü...
Küller
hafif, küller çok ağır, küller tüm bir yaşam... Küller dramatik soprano bir ses
olup Kraliçe Elizabeth'in, Anna Bolena'nın, Maria Stuarda'nın, Aida'nın,
Violetta'nın, Leonora'nın, Tosca'nın, Norma'nın, Lucia'nın,
Alceste'in, Butterfly'ın, Leyla'nın aryasına, veda aryasına
dönüştü...... Küller Boğaz'ın sularına kapıldı... Küller rıhtımdaki kalabalıkla
tekne arasında binlerce gümüş yol oluşturdu. O gümüşi yollarla Boğaz'ın suları
arındı. Bizler arındık... Artık ne zaman Boğaz'ın sularında ışıklı yollar
görsem onun sesini duyacağım...
"DIVA TURCA" LEYLA GENCER
Opera geleneği olmayan Türkiye'den
gitti, bu türün mabedinin kutsal sesi oldu. Genç bir soprano olarak geldiği La
Scala'da 50 yıl zirvede kaldı. Bundan yedi yıl önce yine bir mayıs günü
aramızdan ayrılan Leyla Gencer adını müzik ansiklopedilerine, "Diva
Turca" lakabını opera tarihine yazdırdı.
"Sahnede senin hissettiklerini seyirci de hissettiği an, müthiş bir bütünlük, kimsenin koparamayacağı bir bağ oluşur. Buna artık zevk, sevinç falan denmez. Bu bir ayindir."
10 Mayıs
2008... O akşam Milano'nun La Scala Tiyatrosu'nda Şef Lorin Maazel'in
yönetiminde "1984" adlı operanın temsili var... Temsil başlamadan
önce Maestro Lorin Maazel, ağır ağır sahneye çıktı ve acı haberi verdi:
"Bugün eşsiz Diva Leyla Gencer'i yitirdik". Yaşlı şef, konuşmasını,
"Burası, La Scala onun evi, yuvasıydı" diye bitirince, orkestra ve
tüm dinleyiciler ayağa kalktı. Başlar eğik, gözyaşları arasında, Leyla Gencer
için saygı duruşu yapıldı.
Sonra,
Maestro sahneden indi, orkestra çukurundaki yerini aldı. İşretiyle birlikte
müzik başladı ve temsil devam etti. Ertesi gün bir başka büyük Şef, Maestro
Claudio Abbado'nun şu sözleri dünya basınına yansıyacaktı: "Çağımızın son
Divası Leyla Gencer 'i yitirdik.
Bir
peri masalı mı desem? Bir mucize mi? Yoksa kendisinin her fırsatta vurguladığı
ve altını çizdiği gibi: Şans, kader, kısmet mi? Bunları soruyorum, çünkü Leyla
Gencer, Türkiye gibi opera geleneği hiç ama hiç olmayan bir ülkeden yola çıktı
ve opera geleneğinin, opera sanatının en derinlere kök saldığı, en popüler
olduğu ülkede, İtalya'da, üstelik dünyanın opera mabedi sayılan La Scala'da
taht kurdu! 50 Yıl boyunca bu mabette önce genç bir soprano, sonra Diva, sonra
da La Scala Akademisinde Hoca ve yönetici olarak hükümranlığını sürdürdü. Bununla
yetinmeyip bir "ekol", bir okul, bir referans oluşturdu. Kaybolmaya
yüz tutmuş, o olmasaydı, çoktan unutulmuş olacak, birçok opera eserini,
geçmişin tozlu karanlığından o bulup çıkardı ve opera repertuarına
kazandırdı...
Kitaplarda,
müzik ansiklopedilerinde "Donizetti Rönesansı", "Rossini
Rönesansı" maddelerinin yanına onun adı yazıldı...
Kimilerine
göre "güzel dahi olmayan" ancak lirik sopranodan dramatik koloratura
uzanan çok geniş bir yelpazeye yayılan sesiyle 73 rolün kahramanı, yıldızı oldu.
Dönemin Divaları arasında bunca geniş repertuarla adeta rekor kırdı.
Uzun yıllar boyunca İtalyanlara Mozart operalarını sevdiren; Almanya'da İtalyan operasını temsil eden oldu.
Uzmanların,
meraklıların elden ele dolaştırdığı, bir zamanlar çoğu kaçak ya da "korsan
kayıt" olan CD ve plaklardan dolayı ve ünlendiği kraliçe rolleri nedeniyle
"Korsanlar Kraliçesi" diye anıldı...
Kayıt stüdyolarına neredeyse hiç girmedi ama bugün artık kaçak değil "legal" sayılan ve plak endüstrisinde yer alan 200 kadar kaydıyla hayatımızı zenginleştirmeyi sürdürüyor... Pek çok ülkeden sayısız ödüller, nişanlar aldı... Birçok kent. Birçok sanat kurumu, kendisine "Altın Anahtar" teslim etti... Kimi ülkeler, her seferinde geri çevireceği, "vatandaşlık" teklifinde bulundu... Ama o yaşamı boyunca "Ben Anadoluluyum" deyip, tek pasaporta, sadece Türk pasaportuna sahip oldu.
Temsillerden önce asabileşerek, öfkelenerek içindeki ateşi tutuşturuyordu.
O ateş bir kez tutuştu mu, sahnede volkan gibi patlıyor, fırtına gibi esiyordu.
İstanbul'dan
yola çıkıp, Milano'da ve dünyanın belli başlı müzik merkezlerinde taçlanan
eşsiz serüveniyle muhteşem bir örnek oluşturdu.
Opera
tarihine geçti... Peki nasıl oldu bütün bunlar?
"Nasıl
oldu bütün bunlar? "Bu sorunun yanıtını öğrenmek için yıllarca Leyla
Gencer'in peşinden koştum. Sonunda onu ikna ettim. Dört yıl süren bir
çalışmadan sonra ve Milano-İstanbul hattında, abla-kardeş, anne-kız, iki dost
ilişkilerinden geçerek, "Tutkunun Romanı” kitabımı yazdım. 300 Küsur
sayfada vermeye çalıştığım bu sorunun yanıtını, şimdi sizlere birkaç paragrafta
toparlayayım:
Leyla
Gencer'e bakacak olsaydık "Her şey kendiliğinden oldu. Hepsi şans, kader, kısmet”
... O hiçbir şey yapmadı!
Ondan
o kadar çok duydum ki bu sözleri: "Ben hiçbir şey yapmadım ki...Ben bir
tek ağzımı açıp şarkı söyledim... Öyle büyütecek bir şey yok... Kısmet, şans...
Beni sevdiler, hepsi bu." Elbet doğru değil.
Başlangıçta
sadece tutkusu vardı.
Tutkusu,
var olma nedeni, şarkı söylemek, opera ve müzik dünyasının bir parçası
olmaktı... İnatla, inançla, ama en çok, en çok, aşkla tutkusunun peşinden
koştu: Daha konservatuara girdiğinde kararını vermişti: "Günün birinde ya
Scala'da söylerim ya da bu işi bırakırım!" demişti.
Cesaretli
ve sonsuz azimliydi: Daha İstanbul Konservatuarındayken dönemin en ünlü
sopranosu tatil için İstanbul'a geldiğinde, onu görmeye gidecek ve sesini
dinletecekti. Aida rolüyle ünlenmiş Arangi Lombardi kendisine ne söyleyeceksin
diye sorduğunda hiç korkmadan "Aida'nın aryalarını" diyecek kadar
yürekliydi...
Akıllıydı be akıllı bilinçli seçimler yaptı: Bu İtalyan hocadan çok şey öğrenebileceğini anlayınca, gözünü kırpmadan İstanbul Konservatuarını terk edip onun peşinden Ankara'ya gitti. Gerek Ankara’da gerek ondan sonra da hep en usta hocaları seçecek, çalışmak istediği maestroları seçecek, söylemek istediği operaları, rolleri seçecekti...
Mükemmeliyetçiydi:
Sürekli kusursuzluğu aradı. Önce tekniğini geliştirdi. Sonra mükemmel olanın
peşinde koştu. Sahnede yalnız kendisinin değil her şeyin, herkesin mükemmel
olmasını istiyordu.
Çok
çalışkandı: Bu mükemmeliyet uğruna, çalışması, hep çok çalışması... Ses
çalışması, rol ezberlemenin ötesinde bir çalışma... Oynayacağı operanın
tarihteki, coğrafyadaki, edebiyattaki, müzik dünyasındaki yerinden, o dönemin
politikasından, bestecisinin geçirdiği tüm evrelere uzanan çok geniş bir
araştırma, analiz ve sentezden oluşan bir çalışma süreci...
Batı'nın
kültürel birikimiyle, Doğulu köklerini ve geleneklerini bir arada
harmanlaması... Her yoruma, engin kültür birikimini katması... Kolayı değil,
zoru seçmesi... Kimselerin söylemeye cesaret edemediği ya da çoktan unutulmuş,
hiç temsil edilmemiş eserlerin peşine düşmesi... Canlandırdığı karaktere
dramatik boyutlar katması... Oyunculuk yeteneği... Sahne karizması... Müzikle
söz, müzikle anlam arasında gerçekleştirdiği diyalektik ilişki...
Bunlar
başarıya giden yolun taşları... Ama bir de... Bir de ... Bir de... İşte birkaç
örnek: Bir kez sordum Leyla Gencer'e sahnedeyken ne hissediyor diye:
Şöyle
yanıtladı: "Sahneye çıktığın ilk anda, karanlıktan ışığa geçtiğinde,
gerideki her şeyi unutursun. O anda izleyiciyle aranda bir gerilim hissedersin.
Elektrikli bir hava... Seni sınıyorlardır. Senden beklentileri sonsuzdur.
Senden tanrıları yeryüzüne İndirmeni, sahneye getirmeni, her istediklerini
vermeni beklerler. Sen bunu bilirsin... O gerilimi iliklerinde
duyarsın..."
"Sonra
oyununu oynamaya, şarkını söylemeye başlarsın. Artık sesin, senin sesin
değildir. Sesin yalnızca bir araç, bir müzik aletidir. Sen o müzik aletini
eline almış, istediğin gibi kullanıyorsun. Ve o sana itaat etmek zorunda. Artık
sen, sen değil bir başkasısındır, canlandırdığın kişisindir. O başkası,
sensin..."
"Ve
sahnede senin hissettiklerini, seyirci de hissettiği an, senin her söylediğine
seyirci de inandığı an, işte o zaman aranızda müthiş bir bütünlük, kimsenin
koparamayacağı bir bağ oluşur. Ve sen sahnede bu bağı, bu bütünlüğü
hissedersin... İstediklerini vermişsindir. Tanrılar artık sahnededir. Buna
artık zevk, sevinç falan denmez, bu bir ayindir. Bu bir dindir."
Bir
süre durdu ve ekledi: "Sahnede tanrılaşıyordum."
Sahnede
tanrılaşan Leyla Gencer, başkalarıyla da ama en çok kendisiyle yarışmaktan ve
kendisini acımasızca eleştirmekten de hiç ama hiç geri kalmadı:
Açıklayayım:
"Gencerate" opera terminolojisinde yerini almış olan bir sözcük:
Gencer adından türetilmiş:
"Gencerate"
sanki bir çağrıdır, bir haykırıştır...
Ses,
şarkı söylemeyi sürdürür ve bir an gelir öyle bir doruğa ulaşır ki, sanırsınız
ses haykırışa dönüşecek ama dönüşmez ve şarkı devam eder... Gencerate, çok
patetik bir vurgu, bir abartmadır... Gencerate sese gözyaşlarının
karışmasıdır...
Her
temsil öncesi büyük korku yaşıyordu. Bu korku, kimi kez öyle boyutlara
ulaşıyordu ki, Leyla Gencer'i yatıştırmak olanaksızlaşıyordu. Hasta olduğuna,
sesinin çıkmadığına gerçekten inanıyordu.
Kimi
kez bu sahneler doktorda bitiyordu. Başta Scala'nın yaşlı tonton doktoru olmak
üzere, dünyanın her yerinde opera çevrelerinin doktorları bu tür
"hastalıklara" alışıktılar. Bir buğu tedavisi, bir
"ocaliptol", bir vitamin hapıyla durumu "idare
ediyorlardı."
Ama
bir kez- Scala'da Aida temsilinden önceydi- sesim yok, sesimi kaybettim diye
öylesine kıyameti kopardı ki, doktor tam temsil öncesi yapılması gereken bir
iğne verdi... İğne yapıldı. Ve Harika! Sesi geri gelmişti! Doğrusu bu müthiş
bir ilaçtı! İğne mucizeler yaratmıştı!
Eşi
ve doktoru iğnenin içinde yalnızca saf su olduğunu uzun bir süre kendisine
söyleyemediler! Yalnız öfkesinden korktuklarından değil, yine bu işi çok
abartacak olursa, aynı yola başvurmak için!
Her
temsil günü bir kriz yaşanırdı: Üzerime aldığım pelerin bir rezalet! Nerde
görülmüş böyle pelerin! Ya da: Bu oda temizlenmemiş! Burası toz içinde!
Bilmiyor musunuz ki benim toza alerjim var!
Oysa
herkes, operaların, hele hele Scala'mn tüm çalışanları biliyor Leyla Gencer'in
toza alerjisi olduğunu (gerçekten var mı acaba?) ya da toz gördü mü müthiş
sinirlendiğini. Onun için herkes özel bir titizlik, bir dikkat, bir özen
gösteriyor.
Ya
da: Birinin beş yıl ya da beş gün önce söylediği ya da yaptığı bir şeyle,
havayla, suyla, herhangi bir şeye sinirleniyor. Böyle anlarda onunla
konuşulmuyor... Tam da temsil günü.
"Primadonna
kaprisi" mi? Hayır. Adrenalin gereksinmesi. Bir volkanı tutuşturmak için
gerekli bir ön hazırlık!
Aylar
süren seçimler, tartışmalar, çalışmalar sona ermiş. Biraz sonra perde açılacak!
Perde açıldıktan sonra volkanın patlaması, fırtınanın kopması gerekiyor.
Leyla
Gencer, temsil öncesinde kendini şarj ediyordu.
Olmayacak
şeylerle tutturarak, öfkelenerek, kızarak, çevresindekilerin üzerine yürüyerek
ama en çok için için kendini yiyerek, tansiyonu yükseltiyordu. Buna gereksinimi
vardı:
Önce
kendi içindeki ateşi tutuşturuyordu.
O
ateş bir kez tutuştu mu, sahnede volkan gibi patlıyordu, fırtına gibi esiyordu.
Günün
birinde karar verdi ve sahnelere veda etti: Alkışları, sahneye atılan çiçekleri,
"Brava" haykırışlarını ve bunlarla birlikte bütün o şaşaayı özlemedi
mi?
Hayır,
hiç ama hiç özlemediğine beni inandırdı... Çünkü... "Çünkü: Benim inişe
tahammülüm yok. Mükemmel olmayacaksam sahneye çıkmam dedim... Hem her şeyin bir
zamanı var. Yıllarla ve bütün o stresle ses tellerinin yıpranmaması imkânsız.
Yalnız teknikle, yıllara, doğaya meydan okumak anlamsız... Kimileri bu işi
seksenine kadar sürdürüyor, bir gece iyi, bir gece kötü oluyor. Ama ben buna
izin veremezdim... Hem perde açılıncaya kadar çektiğim o büyük korkuyu, o
stresi, o işkenceyi artık çekemem. Bünye bunları bir yaşa kadar kaldırır. İnsan
durma zamanını da bilmeli..."
Sahnelere
veda ettikten sonra da misyonuna devam etti: "Misyon"...
"Misyonum"... Leyla Gencer'in en çok kullandığı sözcüklerden biri...
O
çok eskiden beri, ta en baştan beri, hayatta bir misyonu olduğuna inandı. Bu
misyon, içindeki müzik sevgisini, şan sevgisini, bu tutkuyu yaymaktı...
Ona
biçilmiş bu misyona boyun eğiyor sahneden sahneye, tiyatrodan tiyatroya bu
sevgiyi, bu tutkuyu yaymak için koşuyordu. İnanıyordu ki. Eğer mesleğinde çok
iyi olursa, onu dinleyen İnsanlara iyi duygular, güzellikler verebilir, onları
daha iyi bir insan olmaya yöneltebilir... Bunun için görevini yerine getirmeye
çalışıyor, bunun için kendiyle yarışıyor, bunun için yapabileceğinin hep en
iyisini yapmaya çalışıyordu...
Dünya
sahnelerini fethettiği günlerde bile, minicik bir sesle "Ama benim hep çok
sevilmeye, şımartılmaya ihtiyacım var" diyebilmesi...
"Emperyal",
"Tanrıça", "Diva" halleri ve bunların görkemiyle, sıradan
insan, ama sahici, gerçek bir insan olabilmeyi birleştirebilmesi... Her ortamda
kendine sonsuz güveni ve inancıyla gücünü ortaya koyan; söylediği her sözün
ağırlığını ve sorumluluğunu taşıyan otoriter sanatçı...
Her
temsil, her konser, resital öncesi heyecandan, korkudan yaprak gibi titreyen "çocuk"...
Her
yenilikle gençleşen, dünya politikasıyla ilgilenen, protesto mitinglerine
katılan, başkaldıran "asi genç"...
Tepeden
tırnağa kadınlığına bürünen bu “dişi” ...
Yeryüzünün
belki de en muhteşem ev sahibi... Dostlarına sürekli veren, onlar için
çırpınan, her an yardıma koşmaya hazır eşsiz bir dost...
Bunlar
birbirinden farklı insanlar değil, hepsi bir bütündü.
16
Mayıs 2008 sabahı, bir tekne, Leyla Gencer'in deyişiyle, "Yeryüzünün en
güzel şehri İstanbul'un" içinden Boğaz boyunca süzüldü. Çok değerli bir
emanetimiz vardı. Kendi istemiş, vasiyetini en küçük ayrıntısına dek
hazırlamıştı: Küllerimi Boğaz'ın sularına dökün denmişti.
Teknenin
küpeştesinden külleri, Boğaz'ın sularına bırakmak, Melahat Behlil ve bana
düştü...
Küller hafif, küller çok ağır, küller tüm bir yaşam... Küller dramatik soprano bir ses olup Kraliçe Elizabeth'in, Anna Bolena'nın, Maria Stuarda'nın, Aida'nın, Violetta'nın, Leonora'nın, Tosca'nın, Norma'nın, Lucia'nın, Alceste'in, Butterfly'ın, Leyla'nın aryasına, veda aryasına dönüştü...... Küller Boğaz'ın sularına kapıldı... Küller rıhtımdaki kalabalıkla tekne arasında binlerce gümüş yol oluşturdu. O gümüşi yollarla Boğaz'ın suları arındı. Bizler arındık... Artık ne zaman Boğaz'ın sularında ışıklı yollar görsem onun sesini duyacağım...
Tanju İNAL (Prof. Dr., Bilkent Üniversitesi, Uygulamalı Yabancı Diller Yüksek Okulu. inal@bilkent.edu.tr) Sayı-Number: 6 (Özel Sayı/Special Issue)Güz/Autumn 2015ISSN: 2147-088XDOI: http://dx.doi.org/10.20304/husbd.31827 Sayfa/Page:167-172Geliş/Submitted: 21.10.2015 / Yayın/Published: 02.11.2015 167 Öz: Bir “Çılgın Türk” ün, bir “Prima Donna”nın, ünlü sopranomuz Leyla Gencer'in yaşamı, sanat dünyasındaki olağanüstü başarısı, otuz üç yıllık sanat yaşamı keyifle okunan yaşam öyküsel bir romana konu olmuş. Kitabın yazarı, gazeteci Zeynep Oral romanına çok emek vermiş, satırlarına renk ve ses katmış nerdeyse. Anlatının dokusunu, sanatçılarla, Türk ve İtalyan sanat dünyasından ünlü kişilerle yapılan söyleşiler, sanatçının hakkında özellikle yurt dışında yayımlanan dergi ve gazete makalelerinde yeralan övgüler, sanatçıya gelen sayısız mektup ve fotoğraflar oluşturuyor. Yazımız gerçek bir tutkunun, başarının ve azmin öyküsünü irdeliyor. Leyla Gencer çok değişik ve zengin opera, arya repertuvarı ile Türk kadınının “Ben Anadolu’yum, ben Türk’üm” diye dünyaya seslenişini biz okurlara bir kez daha anımsatıyor. Anadolu’dan, Safranbolu’dan çıkan bir tanrıça, çok özel bir insan, ülkemizin kültür temsilcisi, eşsiz yorumcu, “Bel Canto’nun dünyadaki eşsiz sefiresi”, efsane soprano Leyla Gencer’i 2008 yılının 10 Mayıs’ında kaybettik. Vasiyeti üzerine yıllarını geçirdiği Milano’da yakılan cesedinin külleri, Boğaz’ın mavi sularına Yunus Emre Oratoryası eşliğinde serpildiğinde, 1950’de Ankara’da Cavalleria Rusticano ile başlayan, 1983’te Milano’da La Prova d’un Opera Seria (Ciddi Bir Operanın Provası) ile son bulan otuz üç yıllık bir sanat yaşamı noktalanıyordu. Ne var ki sanat yaşamına son nokta hiçbir zaman konulmayacaktı. Çünkü ardında çok kutsal, anlamlı bir yaşam, başarı öyküsü dolu dolu bir repertuvar, dağ gibi bir ödül listesi, pek çoğu İstanbul’da Borusan Müzik Kütüphanesine kayıtlı olan doksanı aşkın CD/DVD’yi, sayısız sahne başarıları ve dünyanın dört bir köşesine yayılan başarı öyküleri bırakacaktı. Bu öyküleri iki kitaba borçluyuz. Kültür ve Turizm Bakanlığının hazırlattığı, gazeteci Zeynep Oral’ın editörlüğünü yaptığı, onun ve kimi müzik otoritelerinin değerlendirmelerini kapsayan anı ve tanıtım kitabı niteliğindeki Leyla Gencer, bir de yine Zeynep Oral’ın kurguladığı bir roman, Tutkunun Romanı. İki kitap da Leyla Gencer’in opera tutkusuna, Diva’yı tanıtma tutkusuna eşdeğer bir tutku ile yazılmış. İki tutkunun harmanlanmasıyla, biz okurlara şiirsel bir yaşam öyküsü hazırlanıp sunulmuş. Tutkunun Romanı, Milliyet yayınlarında 1992 Mayıs’ında yayımlanmış. İtalyanlar çok sevdikleri, her zaman coşkuyla dinledikleri Leyla Gencer’in yaşam-sanat öyküsüne, anlatısına bizden önce ulaşmış. Franka Cella, müzik eleştirmeni olarak Leyla Gencer’i yazmış, yer aldığı yetmiş operadan övgüyle söz etmiş. Çalışmamdaki bilgileri sanatçımızın başarılarını, korkularını, heyecanlarını, savaşımını, düş kırıklıklarını, çalışma azminin öyküsünü, yüz bölümlük opera gibi yazılmış bu kitaba, Zeynep Oral’a borçlu olduğumu öncelikle belirtmeliyim. Anlatı, Leyla Gencer’in İstanbul’da Belediye Konservatuarı’nda aldığı şan eğitimi ile 1950’de Ankara Operası’nda başlayan opera serüvenini, İtalya’da, dünyanın çeşitli kentlerinde devam eden sanat yaşamını kurguluyor. Kurgu 1985 yılına dek sürüyor. Ama yanılmayalım; 1985 yılı Leyla Gencer’in sahne yaşamının bittiği yıldır. Zeynep Oral, eşsiz sopranonun başarılarını, müzik dünyasına katkılarının öyküsünü ölüm tarihi olan 2008 Mayıs’ına dek sürdürür. Sanatçı ölene dek gerek Türkiye’de gerek İtalya’da hep sanatın, şanın, operanın içinde kalmıştır. Zeynep Oral, Leyla Gencer’in başarı dolu yaldızlı yaşam öyküsünü kaleme alırken sanatçı ile dört yıl süren bir söyleşi ve sohbete girişmiş. Bu söyleşileri, çeşitli Türk, İtalyan, Fransız gazetelerinden, örneğin, Ulus, Cumhuriyet, Vatan gazetelerinden, Ses, Yarın Pazar, Akis, Milliyet Sanat gibi dergilerden, İtalya’da Il Mattino, Il Gazzetina, La Stampa gazetelerinden, Discoteca Alla Fedelta dergisinden, Fransa’da Le Monde, Le Monde Diplomatique, Figaro, Le Point, L’Express, Le monde de la Musique dergilerinde çıkan övgü dolu yazıları da eklemiş yazılı belge olarak. Ünlü sanatçıya gelen mektuplar, kartlar; dünyanın ünlü opera sahnelerinde çekilmiş fotoğraflar, sanatçının kendini anlattığı pasajlar, kitabın yazıldığı süreç içinde bazen İstanbul’da bazen Milano’da yapılan (1988-92) sohbetler, ünlü Maestro’ların sözleri, övgüleri, sanatçının çok zengin opera repertuvarı kitabın dokusunu oluşturuyor. Kitap İngilizceye, İtalyancaya çevrildi. Zeynep Oral emek ve tutkuyla yazdığı romanla yetinilmemesi gerektiğini İtalyancaya Il Canto et la Passione (Şan ve Tutku) adıyla çevrilen kitabın Roma’daki tanıtım gününde de anımsattı. Çünkü iyi bir arşivci olan Leyla Gencer’le ilgili daha çok belgeler olabileceğine inanıyordu. Yüz bölümlük Tutkunun Romanı şimdi sahnede. Sıra dışı bir sanatçıyı tanıyacağız, sıra dışı bir başarı öyküsü izleyeceğiz. Perdeler İstanbul-Çubuklu tepelerinde açılıyor. Uçurumun kıyısında, yükseklere fırlatılmaktan hoşlanan küçük bir kız sahnede. Yükseklik tutkusu, uçurumun kıyısından dönmenin hazzı, mutluluğu küçük Leyla’nın “Çılgın Türk”, “Napolili Türk”, “Diva”, “Regina”, “Prima Donna”, “Tanrıça Leyla” adları, tanımları, küçük büyük Leyla Gencer’in sanat yaşamını temellendiren, belirleyen duygular ve olgular. Yükseklerde olmak, uçurumlardan, labirentlerden sıyrılmak. Sahneye çıkmaktan, sesinin çıkmayacağından, düşünde, yüreğinde her an canlı tuttuğu, temsil sırasında başarılı olamamaktan, kostümlerini beğendirememekten kaynaklanan korkular, endişeler. Korkuyu güçlü bir istekle, azimle yenmek, başarıyı soluya soluya hedefe ulaşmak. Çocukluğunda kurduğu düşlerde olduğu gibi büyük bir yazar, tıpkı başucundan ayırmadığı yazarlar gibi olmak, Goethe, Dante, Balzac gibi yazmak, ya da opera sahnelerinde büyük bir opera sanatçısı olmak ve sahnede, Prima kalmak. Opera sahneleri onu yüceltti. Bu duygular yumağı içinde Leyla Gencer bitip tükenmeyen sınavlardan, sınamalardan geçti. Yüzyılın Divası olarak yüreklerde yerini aldı. Olağanüstü başarılar kazandı. Korkularını arya söylemenin hazzı ve tutkusu ile yendi. Önce İstanbul’da sonra Ankara’da Arangi Lombardi ile çalıştı; yorulma nedir bilmeden, inatla, istekle, tutkuyla çalıştı. Pek çok temsilde rol aldı. Kimi zaman bir köylü kadın rolünde müthiş yorumlar yaptı. Örneğin: İtalya’daki ilk temsili Cavalleria Rusticana’da Sicilyalı köylü Santuzza oldu. Santuzza, XIX. yüzyıl Sicilya’sında aşk ihanetine uğramış köylü kız; aşk kırgınlığı, suçluluk duygusu yaşamış bir kız. Leyla Gencer, ilk kez İtalya’da sahne alıyor. On bin kişilik Napoli San Carlo Operasında. Çok başarılı bir başlangıç. Alkışlar, alkışlar tüm korkularını silen alkışlar. Titiz İtalyan opera izleyicileri ve maestrolar artık onun izindedir. Bir dolu temsil, bir dolu yorum. Bir daha başarı. Başarı üstüne başarı. Çaykovski’nin Yevgeni Onegin operasında Tatiana rolünde. Hayal dünyasında yaşayan romantik bir kız; aşk serüvenlerine, oyunlarına karşın kocasına sadık kalmayı isteyen bir Rus kızını yorumluyor. Aynı yılın şubat ayında daha önce Napoli seyircisini büyülemiş. Nasıl ve hangi rolde? Mme Butterfly rolü ile Leyla Gencer sahnede. Bu kez Napoli San Carlo Operasında on dört yaşında bu Japon geyşasını canlandırıyor. Cio-Cio Sen’in Amerikalı subay Pinkerton’la olan beraberliği, evliliği, anne oluşu ve subay tarafından terk edilişi Puccini’nin bestesi ile sahneleniyor. Onurunu korumak için babasının samuray kılıcı ile sonlandıran Mme Butterfly. Onu yorumlayan bu üstün yetenekli Türk sanatçı olağanüstü bir performans gösteriyor. Perde kapanırken yoğun alkışları, övgü dolu sesleri duyarken yine sahne korkusunu yenmiş olmaktan mutlu. İtalya’da artık daha da umutlu ve mutlu. Çok değişik roller, Leyla Gencer’in çalışmalarını daha da arttırmasına neden oluyor. Çünkü o her şeyden önce seyircisine saygılı, sanatına saygılı. Dört ayrı dilde aryalarını söylüyor. Repertuvarını zenginleştiriyor. Artık o İtalyan eleştirmenlerine göre lirik tiyatronun “sıra dışı sesi”, “özgün bir kimliğidir” (Oral, 2009, s. 75). Sıra onun Regina – Kraliçe olarak anılmasına neden olacak kraliçe rollerinde. Onlarda da çok başarılı bulunacaktır. Anna Bolena, Caterina Cornaro, Alceste, Mary Stuart, İngiltere kraliçesi Elizabeth, Donizetti ve Rossini’den operalarda. Glyderbourne opera festivali. Leyla Gencer VIII. Henri’nin kafası vurulan bahtsız kraliçesi mavi pelerinli Anna Bolena’yı, Aida’da aşkı için sevgilisi Rademis’in kollarında ölen Habeş prensesini ya da aşkı için kendini Tanrılara kurban eden Alceste’i, Macbeth’te eli kanlı prensesi yorumluyor. Sanatçının yorumladığı rahibe rolleri de var. Bellini’nin operası Norma’da aşkı uğruna bakirelik yeminini bozan Keltli rahibe Norma’yı, Poulenc’in Carmeletlerın Diyaloğu’nda başrahibe Lidoine rolünde. La Traviata’da aşk ve tutku dolu Violetta rolünde. Scala dergisi sayfalarını ona, “çok ender rastlanan ifade yoğunluğu” (Oral, 1992, s. 48) ile seyirciyi şaşırtan, alkış tufanına tutulan Leyla Gencer’e ayırıyor. Bu rollerin dışında Türklerden izler taşıyan operalarda Mozart ve Türklerde mehter marşından izler taşıyan rondoyu söylüyor. Monteverdi’den La Mia Turca’da, Donizetti’nin La Sultana Operası’nda rol alıyor. Bu gösterilerin, operaların bir başka anlamı var. Türk atmosferi ve sahnede bir Türk sanatçı. Sanki bu üstün başarının Türk’e ait olduğuna inanmakta zorlanan tüm İtalya’ya “Ben Anadolu’yum, ben Türk’üm” (Oral, 2009, s. 125) diye haykırıyor. Leyla Gencer kimi rollerde de büyücü. Haendel’in Medeas’ı, Spontini, Pacini ve Donizetti’den dinsel şarkılarda kutsal soprano, Vivaldi’den, Beethoven ve Rossini’den aşk şarkıları söylerken âşık Leyla Gencer oluyor. Bizet’den Verdi’den ustalıkla yorumladığı aryalarda bir çingene bohem kadın oluyor. “Türk Divası” Leyla Gencer opera sahnelerinin değişmez “Prima Donnası” oluyor. Otuz bir bestecinin operalarını söyleyecek, yetmişi aşkın kentte sahneye çıkacaktır. Yüzyılın iki Divası olan Maria Callas’ı, Renata Tebaldi’yi bile gölgede bırakacaktır. Roma’da, Milano’da, San Fransisco’da, Chicago’da, Buenos Aires’te, Bilbao’da, Viyana’da, Stocholm’de dünyanın dört köşesinde başarılarıyla artık tanınmıştır. Maestro Tullio Serafi “yeryüzündeki tüm duygular(ın) onun sesinde olduğunu” (Oral, 2009, s. 75) söyleyecektir. O, olağandışı sesine yorumladığı kişileri canlandırmadaki başarısı, seslere gözyaşlarını katıp, sözcüklerin ruhuna girmesi, patetik vurgulamaları İtalyanların “Gencerate” sözcüğünü opera terminolojisine katmalarına neden olacaktır (Oral, 1992, s. 134). Bir başka tanımla: Maestro Giandrea Gavazze’nin söylediği gibi Leyla Gencer’i “yalnız vokalist (değil), sesini, kültürüyle, aklıyla besleyen bir virtüöz” (Oral, 2009, s. 118) dür artık o. Otuz üç yıllık sahne hayatında sahnelerde neredeyse “tanrıçalaşan” Leyla Gencer, (Oral, 2009, s. 138) sanat yaşamını zirvede bitirmek istemiştir. 1983 yılında çok çok kutsadığı sahnelere veda etmiş olmasına karşın ölüm yılına dek müzik, opera ve şan tutkusunu, sevgisini yayma misyonunu bırakmamıştır. Uluslararası şan yarışmalarında jüri üyelikleri yapmış, opera üzerine konferanslar vermiş, seminerlere katılmış, Türkiye üstün hizmet madalyasını almıştır. Zeynep Oral, çok keyifle okuduğum yaşam öyküsünü, Leyla Gencer’in ölüm haberi ile sonlandırıyor. O artık hem anılarda hem Safranbolu’da babasının köyünde büstüyle, İstanbul’da Kültür ve Sanat Vakfında adına verilen salondadır. 2004 yılında adına basılan gümüş paralarda genç seyircilerine, dinleyicilerine kendini tanıtmaktadır. Milano’da yakılan cesedinin külleri boğazın mavi sularına Yunus Emre Oratoryosu eşliğinde savrulurken, Zeynep Oral Yahya Kemal’in Deniz Türküsü ile anlatısını bir kat daha şiirleştiriyor. Biz de onu bu şiir eşliğinde son yolculuğuna uğurlayalım: ... Etraf ağarırSom gümüşten sular üstünde giderken ileriTa uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri...Musikiye bir alem kesilir çalkantı!Ve nihayet görünür gök ve deniz saltanatı… (Oral, 1992, s. 212) Bu güzel şiir eşliğinde, bu çalışmayı yaşam öyküsel anlatıya katkıda bulunanları anarak sonlandırmak istiyorum: Oral ‘ın yazısına İtalyancadan çevirileri ile katkıda bulunan Serra Yılmaz’ın, Ayça Atikoğlu’nun, Opera danışmanı Yekta Kopan‘ın kitabın hazırlanmasındaki her türlü emekleri övgüyü hak ediyor. Zeynep Oral’in güzel sözlerinden, yazarımızın içtenlikle ifade ettiği, hepsi birbirinden anlamlı cümlelerden bir seçki yapacağım. Son bir alıntı Leyla Gencer’e şükran ve takdir cümlesi olsun: Sonsuz bir inançla, inatla, hırsla ve aşkla tutkunuzun peşinden koştuğunuz için (...). Divanlığın görkemiyle alçakgönüllülüğü birbirinden ayıramadığınız ve sıradan insan olmanın, ama gerçek insan olmanın değerlerine sımsıkı sarıldığınız için. (...)Yeryüzünün harikalığına, insanoğlunun müthişliğine. (Bizi) bir kez daha inandırdığınız için (Oral, 1992, ss. 190-191).
KAYNAKÇAOral, Z. (1992). Tutkunun Romanı (6. Bs.). İstanbul:
Milliyet Yayınları.Oral, Z. (Ed.). (2009). Leyla Gencer. Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları. A GODDESS ON STAGE – LEYLA GENCER, A FLUTTERING HEART Abstract: The life of Leyla Gencer, our well-known soprano, a “Crazy Turk”, a “Prima Donna”, her great success in the world of art, and her thirty-three years of artistic experience have been the subject of a biographical novel. Zeynep Oral, the author of the novel, has given a colourful touch to the work with her own style. She has built up her narrative with the interviews of famous artists, tributes from various journals and articles from Italy and Turkey, and numerous letters and photographs received by the artist. Our paper explores the real story of passion, achievement, and ambition. With her rich repertory of opera and aria, Leyla Gencer reminds of Turkish woman’s strength once again by crying out “I am Anatolia, I am Turk!”.
2 0 1 6
LEYLA GENCER
"N'ooolur
Hasan Çavuş uçurumun kenarına, uçurumun kenarına!" Siyah saçlı, kara gözlü
4 yaşındaki kız çocuğu korucu Hasan'ın kucağına tırmanmış eliyle uçurumu
gösteriyordu. En çok bu oyunu seviyordu Leyla; yemyeşil tepeli Çubuklu'daki o
uçurumun kıyısına gelip kendini Hasan'ın kollarına atmak. Hasan onu havaya
fırlattığında sanki bütün dünya onun olmuş gibi kahkahalarla uçmak, sonra bir
an korkup o sonsuz güvene tekrar kavuşmak. O kız Leyla
Gencer'di, büyüyünce dünyanın en büyük sahnelerinde kendini o uçurumun
kenarındaki gibi her şeye hâkim hissedecekti, kalbi en çok sahnede hızla
çarpacak, sesinin gücüyle kalbini dökerken, arenalarda binlerce seyirciyi
etkisi altına alacaktı. Müslüman babası ve
Katolik Polonyalı annesi koymuştu adını. Feodalizmin ve modernliğin iç içe
geçtiği bir ailedeydi. Beyoğlu'ndaki Lale Sineması'nın, Karaköy börekçisinin de
sahibi olan Safranbolulu babası, "Çocuklarımız 18 yaşına geldiklerinde
dinlerini kendileri seçerler," diyecek kadar açık görüşlüydü. Yazar, tiyatrocu,
balerin, müzisyen, tarihçi, arkeolog olmak istiyordu. Evdeki kontesten
Fransızca ders aldığı, dünya klasiklerini okuduğu çocukluk günleri rüya gibi
geçti. Doğu ve Batı'nın karışımı gibiydi Leyla. İtalyan Lisesini bitirdikten
sonra Beyazıt Kütüphanesinde çalışmaya başlamıştı. Konservatuvara gitmek
istediği zaman kendisine "Eyvah, kız kantocu olacak," diyenleri
susturacaktı.
Gencecik yaşında
sesi ve müzik bilgisiyle tanınmaya başladı. Hem sesi güzeldi hem kulağı keskin.
Öyle derin, öyle hissederek söylüyordu ki operaları. Onu dinleyenler aynı anda
yaşıyordu sanki acıyı, öfkeyi, neşeyi, coşkuyu, hüznü... Şarkı söylemek en
başından beri tutkusuydu. Ona ülkesi yetmiyordu, bütün dünyaya açılmak
istiyordu. Beklentileri de sonsuzdu, kendine inancı da. Kararlıydı, operanın
kraliçelerinden biri olacaktı; "La Diva Turca" olacaktı. Devlet
tiyatrosundan baskılar nedeniyle ayrılmak zorunda kaldığında Muhsin Ertuğrul
ona "Unutma kızım, altın çamurda bile ışıldar," diyecekti. Kariyerinin
basamaklarını tırmanırken operanın mabedi sayılan Milano La Scala'ya gelecek,
iki hafta otele kapanıp, çalışıp yeterlilik sınavını kazanacaktı. Gün gelecek
hayranı olduğu Maria Callas'ın yerine Norma rolünü canlandıracaktı. Scala'daki
galada Leyla, Leyla, Kraliçe, La Regina çığlıkları yükselecekti. Artık
alkışlar, çiçekler, ödüller ve hayran mektupları onun içindi. Hayatına
İtalya'da devam etti Leyla, öğrenciler yetiştirdi, yöneticilik yaptı.
Öğrenmeyi, çalışmayı hep sevdi, kendisiyle yarıştı. Engellere, baskılara
yılmadan meydan okudu. Yaşamı boyunca divalığın görkemiyle, alçakgönüllülüğü
birbirinden ayırmadı. Evinde bile arya söylemeyi hiç bırakmadı.
2008 yılında
hayata veda ettiğinde vasiyeti aynen uygulandı. İtalya'daki törenden sonra
külleri İstanbul'a getirildi, çok sevdiği şehrine... Dolmabahçe önünden mavi
sulara bırakılırken fonda Yunus Emre Oratoryosu çalıyordu. Tıpkı “Küllerimi Ege
Denizine bırakın," diyen Yunan asıllı Maria Callas gibi onun da ruhu
denize karışıyordu. Yaşarken ve sanatlarını sergilerken yolları kesişen
Akdeniz'in iki divası 30 yıl arayla çırpıntılı dalgalarda buluşmuştu şimdi.
Gencer ve Callas'in ruhları hangi aryada düet yapıyordu kim bilir? Tosca'nın
"Ben sanatım için yaşamışım," aryasında mı yoksa Puccini'nin "Bu
kız buradan mutlu ayrılıyor," aryasında mı?
1928-2008
"Scala zaten
benimdi."
(10 Ekim 1928 – 10 Mayıs 2008)
Opera Sanatçısı
İstanbul Polonezköy'de, Safranbolulu Müslüman bir babanın ve Polonyalı Katolik bir annenin kızı olarak doğdu. İtalyan Lisesi'ni bitirdikten sonra İstanbul Belediye Konservatuarı'nda Cemal Reşit Rey'den, İtalyan ve Fransız hocalardan ders aldı. Ankara Devlet Operası'nda ise İtalyan soprano Giannina Arangi-Lombardi ile çalıştı. Babasını genç yaşta kaybetti ve henüz 18 yaşındayken, bankacı İbrahim Gencer'le evlendi.
Türkiye'ye ziyarete gelen devlet adamlarının huzurunda verdiği konserler sayesinde yıldızı parladı ve daha 20'li yaşlarının başında, batıdan teklif üzerine teklif almaya başladı. Gittiği ülkelerde, afişte kendi isminin önüne mutlaka "Ankara Devlet Operası Sanatçısı" yazdırıyordu; ancak uzun yıllar boyunca yurt dışında daha fazla zaman geçirdiği için Ankara Devlet Operası onun kontratını feshedince, 30 yaşında İtalya'ya yerleşti ve La Diva Turca olarak, istediği hemen her yerde konserler verdi. Ölümüne dek yaşadığı Milano'daki La Scala Tiyatrosu'na mistik ve değişik bir mizaç getirmiş, kurumun demirbaşı olmuştu. Yalnızca sesiyle değil, sahneye hâkimiyeti ve rahat, kontrollü duruşuyla büyüleyen çok iyi bir oyuncuydu. Gittiği birçok ülkede kendisine neredeyse yalvarırcasına vatandaşlık teklif edilmesine rağmen, hiçbirini kabul etmedi.
Türkiye'de sanatın bürokratik engellere takılması sonucu yaşanan pek çok benzer durumda olduğu gibi, Türkiye, yurt içinde de sayısız ödül almasına, adına para bile basılmasına rağmen dünyaca ünlü bir sopranoyu ölümünden sonra tanımaya başladı. Gencer'in, vasiyeti gereği yakılan bedeninin külleri İstanbul Boğazı'na serpildi.
Bu satırları yazdığım perşembe için takvimler "10 Mayıs" yazıyor...
10 Mayıs, Leyla Gencer'in ölümünün "Onuncu" yılı... Bu onuncu yıl, o kadar önemli ki, dünyanın "1 Numaralı Operası" La Scala bir anma töreni düzenledi.
La Scala Milano, Leyla'yı anıyor...
Peki Türk Devlet Operası ne yapıyor?.. Hem de Genel Müdürü bir opera sanatçısı... Bir Tenor... La Scala'da "Konuk" söylediği zaman bizi gururlandıran bir tenor o.. Leyla, o Scala'nın devamlı sopranosu, Diva'sı, Kraliçesiydi. En iyi o Genel Müdür bilir Leyla'nın değerini değil mi?
O sanatçı Genel Müdür, o Ölümsüz Diva için ne yapıyor.
Hiçbir şey!
Şaştınız mı?
Şaşmayın! Leyla'ya ilk ihaneti değil ki bu operamızın...
Sene 1961... Dünya çapında soprano Leyla Gencer, ülkesine geldi... "Beni dünya dinliyor. Bir de milletim dinlesin" dedi. Sandı ki, Operası, kendi operası balıklama dalacak bu teklife...
"Olmaz" dedi, zamanın müdürü. "Öyle bir baş rol için gelip gitmek olmaz...
Kadromuza girmen gerek.
La Scala'yı bırakıp bize gelirsen rolü alırsın..." O sıralar, İtalya'da düğünlerde bizim para ile 500 liraya şarkı söyleyen bir tenorcuk var. Orada zaten herkes tenor ya...
Gelmiş Türkiye’ye... Ona rol veriyorlar. İkinci kast falan. Arada bir sahneye çıkıyor... Leyla "O nasıl oluyor" dedi. "O İtalyan, Türk değil... Konuk sanatçı olabilir.
Sen Türksün. Konuk olamazsın..."
Yabancılara açık Türk Operasının kapısı, Türk olduğu için Leyla'ya kapalı...
O ikinci kastta ara sıra sahneye çıkan genç tenor, sonra Pavarotti oldu, o ayrı...
Leyla "Ben de o zaman bir konser verir dönerim" dedi.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) "Gururla eşlik ederiz" dedi. CSO o zamanlar, her cumartesi öğleden sonra Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi salonunda bir konser veriyor, üniversite öğrencilerine.
Bir Üniversite Konseri Leyla'ya ayrıldı.
Biz kuzen Ahmet'le (Kışlalı) her hafta gidiyoruz zaten. Ama Efsane Diva Leyla olunca, 2'deki konser için sabah 9'da gittik, giriş serbest konsere. Gittik ki, ana baba günü... Ankara Üniversitesi oraya boşalmış sanki... Ortanın gerilerinde iki yer bulduk, oturduk...
Öğleye doğru Dil Tarih'te okuyan iki kız arkadaş geldi. Koltuk değil, sandalye nizamı olduğu için ite kaka sıkıştık.
Sonra iki kız arkadaş daha geldi.
Sıkışacak yer yok. Yeni bir oturma düzeni yaptık. Ahmet'le ben oturduk.
Bir dizimde bir kız, öbür dizimde bir kız.
Ahmet de öyle. İki sandalyede 6 kişi ve saat daha 12!.. Aşağı yukarı her sandalyede üç kişi oturuyor salonda...
Umurumuzda mı? Leyla heyecanı bu!
İki saat sonra Leyla göründü sahnede...
O an görmeliydiniz Dil Tarih Salonunu... O an görmeliydiniz coşkuyu...
O an görmeliydiniz Leyla’yı...
Daha tek ses etmeden salondaki "Leyla" çığlıklarına bakıp hüngür hüngür ağlayan Dünya Divasını...
Leyla ağlayarak söyledi... Biz ağlayarak dinledik, ağlayarak alkışladık...
Herkes ağlıyor... Mutluluk, coşku göz yaşları bunlar...
Tam 2 saat sahnede kaldı Leyla...
Tam iki saat! Yarım saati bis... Gidiyor. Geliyor, alkışlar, çığlıklar dinmiyor...
Gidiyor, geliyor, kıyamet sönmüyor...
Dil Tarih, Dil Tarih olalı böyle bir şey yaşamamıştır. Sonra da yaşamamıştır ya!.
Ben, ben olalı böyle şey yaşamadım ki!
Leyla nasıl mutluydu. Yorgunluktan, heyecandan ölmüştü. Sesi nerdeyse kısılmıştı ama o da inmek istemiyordu sahneden...
Kim inmek ister ki?
Ölümünün onuncu yılında bu satırları yazarken, tam 57 yıl önceki o konseri hatırlıyorum hala ve hala heyecandan titriyorum...
Yazıklar olsun Devlet Operası’na...
Onuncu Yılda Leyla için bir Anma düzenlemeyen Devlet Operası'nın Genel Müdürü, halen sahneye çıkan bir tenor. Murat Karahan... İstanbul Operası Müdürü, halen aktif sanatçı, Bariton Suat Arıkan... İkisinin de aklına gelmedi Leyla'yı ölümünün onuncu yılında anmak...
Hatırlamamaları mümkün mü?
O zaman?
Leyla sen o kadar büyüksün ki, zarar yok. Bırak birtakım "Makam Meraklıları" da hatırlamayıversin.
Yarın onları hatırlayan çıkmazsa şaşmam!
Leyla Gencer Anılacak
Ayrıntılı bilgi için:
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
2 0 1 9
T.C. ADIYAMAN
ÜNİVERSİTESİ
For complete thesis please see the following link:
HÜRRİYET DAILY NEWSPAPER
Müzik eleştirmeni ve tarihçisi Evin İlyasoğlu’nun, ‘Ben Leyla Gencer/La Diva Turca’ kitabı, büyük sanatçının yaşamını bütün ayrıntısıyla veriyor.
(Beş üzerinden dört yıldız)
Ben Leyla Gencer
Evin İlyasoğlu
Yapı Kredi Yayınları
As a matter of fact, she did not make any professional commercial recordings, despite of her wide-ranging repertoire exceeding 70 parts, composed of Gluck, Mozart, Monteverdi, Tchaikovsky, Puccini, Prokofiev, Britten, Weber, Weinberger’s works. Leyla Gencer invigorated rarely performed operas, such as “Elizabeth, Queen of England” by Rossini or «The Moth-woman» by Antonio Smareglia. She interpreted Gaetano Donizetti’s works, in that music she felt herself especially comfortably.
Thanks to Leyla Gencer’s wide vocal range, she both beautifully rendered, as lyric, so dramatic parts, in due course number of latter ones increased. Her lyric voice became deeper and lower after some time. She experimented with many singing styles and repertoires and concluded, that the XIX century’s repertoire was ideal for her. She performed Bellini, Rossini, Donizetti in piano and pianissimo in the same way they were composed, though all were performed in forte. She mentioned: «If you sing piano, then the voice should stick to the same overtones, like singing forte. You shouldn’t change tone of your voice, even when you sing in the open air, like in Arena di Verona. If overtones are of the same frequency, then your soft singing will block an orchestra and it will sound in space. If you sing piano properly, then your voice will be audible even in Arena di Verona. The note, performed in pianissimo, may be more audible, than forte note. I am aware of this, based on my own experience. As you see, I was ahead of time, I sang, like they sang in XIX century».
She often performed really dramatic parts, such as "Lady Macbeth". At times she forced her voice, by performing repertoire, which was too "strong" for her and gradually she changed tone of her voice. However, Leyla Gencer told during her interview, one shouldn’t force her voice by any means. And namely, that was a major difference between her and young singers who, in hastily pursued their career, undertook all and any material and eventually after several years lost their voice. Leyla Gencer sang 40 years long. "Not spoilt" by western performance clichés, she relied just on her own feeling of music. So that's where she got this most gentle piano, this closeness to the score, not understood by her colleagues.
In 1983 - 1988 «the Turkish opera princess» was the head of the Academy of opera singers in the legendary La Scala theatre, where she dreamed to sing at one time. She went down in history of opera music, as a researcher and a teacher, who rediscovered many classical works. She went into the other world 10 years ago, in 2008. According to Leyla Gencer’s last will her ashes were scattered over the waters of Bosphorus.